HACI HASİB EFENDİ RH.A HAZRETLERİ
(Abdullah Hasib Yardımcı)
(1864 - 1949)
a. Hayat Hikâyesi
Hacı Abdullah Hasib Efendi; 1864 mîlâdi (1280 Hicrî) yılında Serez'de dünyaya gelmiştir. Babası "Muavin" nâmı ile mâruf Halis Efendi oğlu Ali Efendi'dir. Ali Efendi Serez'de Cami-i Atik imamı, aynı zamanda da Serez Rüşdiyesi'nde öğretmen ve müdür muaviniydi. Muavin lakabı buradan gelmektedir.
Hasib Efendi orta tahsilini Serez Rüşdiyesi'nde tamamladıktan sonra, İstanbul'a gönderilmiş ve tahsiline Çarşamba semtindeki Mahmud Ağa Medresesi'nde devam etmiştir. Burada on sene kadar kaldıktan sonra, 1893 yılında (1310 h) Tokatlı Hacı Şakir Efendi'den müderrislik icazeti almıştır. Bu icazet merasiminde, Gümüşhaneli Ahmed Ziyâüddin Efendi de davetli olarak hazır bulunmuştur.
Bu sırada, Nakşî meşayihinden Sandıklılı Hasan Efendi'ye intisab etmişlerdir. Ayrıca, Arap Hoca'dan "tashîh-i huruf" ve Hacı Nuri Efendi'den "ilm-i kıraat" dersleri almış; kendisine kıraat icazeti verilmiştir.
Daha sonra Serez'e dönüp Cami-i Atik'te görev almıştır. Burada Buhàrî okutmuş ve pek çok talebe ve hafız yetiştirmiştir. 1924 senesinde, mübadelede tekrar İstanbul'a gelmişler ve Eyüp semtine yerleşmişlerdir. Bu sırada Aziz Efendi ve Mehmed Zâhid Efendi ile tanışmış ve ilk şeyhi Hasan Hilmi Efendi'nin vefatı üzerine, Gümüşhaneli Tekkesi'nin postnişini olan Mustafa Feyzi Efendi'ye intisab etmiştir.
* * *
Bu intisab hadisesini Hacı Aziz Efendi şöyle nakletmiştir:
"Hasib Efendi Mustafa Feyzi Efendi'ye intisab ettiği sırada Şeyh Efendi'nin yanında bulunuyordum. Üç kişi ders almaya gelmişlerdi. İntisabdan hemen sonra, Hasib Efendi dışarı çıkarken Şeyh Efendi kendisini işaret ederek:
'--Şu ortadaki kütük yontulur.' buyurdular.
Esasen Hasib Efendi'nin bildirdiğine göre, ilk şeyhi Hasan Hilmi Efendi ile sülûku tamamlamış ve fenâ fiş-şeyh mertebesine erişmişti. Bize bunu kendileri şöyle tarif etmiştir:
'--Her aynaya baktığımda kendimin yerine şeyhim Hasan Hilmi Efendi'yi görüyordum.'
Gümüşhaneli Dergâhı'na kendisini Hacı Aziz Efendi ile Mehmed Zâhid Efendi getirmiştir. Bilahare Hasib Efendi, Mustafa Feyzi Efendi'den halifelik icazeti almış olup, kendisine irşad yetkisi verilmiştir.
O sırada ikamet etmekte olduğu Eyüp'ten Bab-ı Âli'deki dergâhın bulunduğu Fatma Sultan Camii'ne her sabah yaya olarak gelirlermiş. Daha sonra aynı camide görev alıp, caminin meşrutasına yerleşmişlerdir. Bilâhere Şehzâdebaşı Damat İbrahim Paşa Camii'nde imam hatiplik yapmış olup, Mahmud Paşa semtinde kendi evinde oturmuşlardır. Son zamanlarında ise, Kapalıçarşı içindeki Merdivenli Camii'nde hatiplik görevi yapıyordu.
* * *
Hasib Efendi'nin, teker teker vefat etmeleri üzerine aldıkları dört hanımından onyedi çocukları olmuştur. Şu anda yalnız Sami Efendi hayattadır. Onaltı çocuğunun vefat etiğini bildirirken bize şöyle demişti:
"--Biz onaltı çocuk defnettik."
Hasib Efendi beş defa hacca gitmiştir. Bu yolculukların üçü karadan, ikisi ise denizden olmuştur. Hacca gittiği bir deniz seferinde, ağabeyleri yolculuk sırasında vefat etmiştir. Pederleri Ali Efendi ise Cidde'de vefat etmiş olup, kabri oradadır.
Hasib Efendi 15 Mayıs 1949'da cumartesiyi pazara bağlayan gece, yaz saati ile 23.00'e 2 dakika kala İstanbul'daki evinde rahmet-i Rahmân'a kavuştu.
* * *
Son zamanlarında kendisi prostat ameliyatı olmuştu. Hastalığının son üç ayında hep yatakta kaldığı için kıbleye dönük olarak yatıyordu. Çok zaman gözlerini açmıyordu.
"--Niçin Hoca Efendi gözlerini açmıyor?" diye bu durumu sorduğumuzda, Hacı Aziz Efendi:
"--Hoca Efendi gözünü ahirete çevirdi, artık açmaz. Kendisi ahirete gitmek istiyor." dedi.
Vefatından bir gün önce, Hacı Aziz Efendi bize artık:
"--Hoca Efendi'yi ikişer ikişer yanında kalıp bekleyiniz!" dedi.
O gece Mazhar ve Sırrı Bey'i Hoca Efendi'yi beklemeye gönderdi. Ertesi gece de Hacı Aziz Efendi arkadaşlarla sohbet ederken, gelip vefat haberini bildirdiler.
Zeyrek'ten kalkıp Hoca Efendi'nin Mahmud Paşa'daki evine gidildi. Burada arkadaşlar sabaha kadar yanında kalıp tehlil ve zikir ile meşgul oldular.
* * *
Hocaefendi'nin kabri Edirnekapı Sakızağacı Şehitliği'ndedir. Cenaze namazı Fatih Camii'nde, kendisinin iki ahiret kardeşinden birisi olan, Eyüp Sultan Camii'nin o zamanki baş imamı Hacı Said Efendi tarafından kıldırılmıştır. Tabutu omuzlarda taşınarak Fatih Camii'nden Edirnekapı'daki ilk kabrine kadar götürülmüştür. Sonradan kabristandan E-5 çevre yolu geçeceği için kabir nakli yapılmış, halen Edirnekapı Sakızağacı Şehitliği'nde Hacı Aziz Efendi ile yanyana yatmaktadır.
Vefatından evvel bize:
"--Benden sonra Aziz'le devam edersiniz, onun ömrü de kısa görülür be yâhu." demişti.
Bu kerameti çıktı ve Hacı Aziz Efendi kendisinden üç buçuk sene sonra ahirete intikal etti.
b. Hasib Efendi'nin Şahsiyeti
Hacı Hasib Efendi uzunca boylu, zayıfça, nur yüzlü, beyaz sakallı, çok yumuşak ve hilm sahibi mübarek bir zât idi.
İhvanının en olumsuz ve basit suallerini bile benimseyerek hilmle cevaplandırırdı. Çok yumuşak ve zarif konuşurlardı. Kelimeleri tane tane söyler ve sözün başında veya sonunda, genellikle kendi Rumeli şivesi ile "A be yahu" kelimesini çok kullanırdı.
Abdullah Hasib Efendi, Allah'ın büyük bir veli kulu idi. Aynı zamanda kendisi bir mürşid-i kâmil olup, zamanının kutbu olduğuna herkes ittifak etmişti.
* * *
Bu hususta bir hatıramızı nakledelim:
Biz bir arkadaşımla birlikte 1947 Temmuzunda beş vakit namaz kılmaya başladık. Ondan sonra bir çok dinî mecmua, tefsir okuduk. Bazı hocaefendilerin sohbet ve derslerine devam ederek dînî bilgimizi artırmaya gayret ettik. 1948 baharında Mevlânâ Hazretleri'nin Mesnevî'si elimize geçti ve onu da okumaya çalışırken şöyle bir cümleye rastladım:
"--Evlâdım, aklın varsa zamanın kutbunun eteğine yapış!"
Bunu arkadaşıma söylediğimde, bu fikir onun da hoşuna gitti. Ama zamanın kutbunu nasıl tanıyacak, nasıl bulacaktık?..
O zamanki bilgilerimize göre, kutub tabiatı ile Allah'ın bir velisidir. Veli ise farzları tam yaptıktan sonra, sünnetlere de tam mânâsı ile uyan bir kimse olmalıdır. Derken Haziran 1948'de, Beyazıt Camii'nde Ramûz el-Ehâdis okuturken Hasib Efendi'ye rastladım. Arkadaşıma:
"--Bir zât gördüm, kutub olduğunu bilmiyorum ama, ona yakın bir kimse olsa gerektir." dedim.
Netice, 1 Şubat 1949'da kendisine intisab ettik. Hasib Efendi, 15 Mayıs 1949'da rahmet-i Rahman'a kavuştu. Bizler o sırada Hacı Aziz Efendi'nin sohbetlerine devam ediyorduk.
Hasib Efendi'nin vefatından takriben bir ay sonra, arkadaşım şöyle bir rüya görmüş: Hacı Aziz Efendi'nin imamlık yaptığı Zeyrek Camii'nde cemaat oturmakta, Hasib Efendi ise bağdaş kurmuş ve şeffaf (nûrâni) bir durumda, havada cemaatin üstünde sağdan sola doğru dönerek uçuyor ve ağzından, "Ben kutbum, ben kutbum..." sözleri çıkıyor.
Bu rüyayı Hacı Aziz Efendi'ye anlattığım zaman, Aziz Efendi, "Arkadaşın hakikati görmüş." diyerek, Hasib Efendi'nin kutub olduğunu tasdik etmiş oldular.
* * *
Şüphe yok ki Hasib Efendi Allah'ın bir velisi ve dostu idi. Esasen veliliğin bir tarifi de şöyledir: "Hakk'ın kulunu, kulun da Mevlâ'sını dost edinmesi, Allah ile kulu arasındaki karşılıklı sevgi ve dostluk." diğer bir tabirle "Allah onlardan razı, onlar da Allah'tan."
Bu sevginin bir alâmeti olarak Hocaefendi halvetteyken şu mısraları söylemiştir:
Allah-u Teàlâ velisini sevdiği gibi, diğer insanlara ve mahlûkata da onu sevdirir. Bu hususta Adil Bey isimli bir arkadaş şunu nakletti:
Bir Ramazan günü Hocaefendi'yi iftara çağırmıştım. Yemekte bir ara içimden geçti ki:
"--Hocaefendi kabul etse de teravih namazını Eyüp Sultan'da kılsaydık."
Yemekten sonra Hocaefendi şöyle dedi:
"--A be yahu, çoktan beri Eyüp'e gitmemişimdir. İşin yoksa teravihi Eyüp'te kılalım!"
Yola koyulduk, giderken:
"--Acaba bu akşam nöbet sırası Said Efendi'de midir?" diye sordu.
Said Efendi, Eyüp Camii birinci imamı ve kendisinin ahiret kardeşi idi. Camiye gelince sordum:
"--Evet, Said Efendi'de imiş." dedim.
Bunun üzerine Said Efendi hakkında:
"--O kendini bilmez evliyâdır." buyurdu.
Namazdan sonra önce Uncu Kemal ve Said Efendi, sonra bütün cemaat Hocaefendi'nin etrafında toplandılar, elini, sakalını öptüler ve dua istediler. Dönüşte, bu sevginin Allah'tan olduğunu izah sadedinde, Hoca Efendi şöyle buyurdu:
"--Evlâdım, Allah bir kulunu benimserse, bütün yaratılmışlara onu sevdirir ve iltifatını kazandırır."
* * *
Hocaefendi'nin Peygamber SAS'e karşı çok büyük bir muhabbeti vardı. O, sünnetlere her bakımdan uyardı. Hutbe ve sohbetlerde Hazret-i Peygamber SAS Efendimiz'den bahsederken "Efdalül-beşer" tabirini çok kullanır ve bunu söylerken gözyaşlarını tutamazdı. Hadis-i şerif naklederken de sık sık ağladığını görürdük.
O zaman Molla Camii'nin şu sözlerini tekrarlardı: "Ağla çeşmim ağla, ağlamaktır aşkın sermayesi."
Kendisinin şu sözleri de daima hatırlanacaktır: "Sahabe ne bahtiyardı, Rasûlullah'ı gördüler." dedikten sonra, duraklayıp: "İyi ama vefatını da gördüler; ona dayanılamazdı." diye ilave ederdi.
* * *
Hocaefendi cuma namazlarından sonra camide sırtını minbere dayayarak oturur, cemaat sıra ile elini öper, duasını alır; bu sırada onların dertlerini dinler ve suallerini cevaplandırırdı.
Bir defasında cemaatten biri:
"--Efendim, rüyamda Peygamberimiz'i görmek istiyorum ama bir türlü göremiyorum. Ne yapmalıyım?" demişti.
Hocaefendi Rumeli şivesi ile ona:
"--A be yâhu! Biz de görmek isteriz ama, her zaman görünmez o Mübarek." demişlerdi.
Burada Hocaefendi'nin Peygamber SAS'e olan sevgisini belirten ve halvette söyledikleri şu mısraları nakletmeden geçemeyeceğiz:
Hoca Hasib Efendi'nin oturdukları ev iki katlı ahşap ve eski bir evdi. Kendileri ekseriyâ evin alt katındaki bir odada oturur ve yatarlardı. Yatağı ise meyva sandıkları üzerine konmuş iki parça ot minderdi. Ameliyat olduktan sonra, rahat etmesi için ot minderin üzerine bir pamuk yatak konmuştu. Yatağına oturduğu zaman pamuk yatağı fark edip,
"--Bu yatak nedir?" diye sormuş.
Bunun üzerine:
"--Efendim ameliyatlısınız, böyle daha rahat edeceksiniz." denildiğinde;
"--İyi ama ben o ot minder üzerinde bulunduğumda, Allah'ın Rasûlü ile teşerrüf ederim." diye cevap vermiştir.
Bunun üzerine pamuk yatak kaldırılmıştır.
c. Hocaefendi'nin Tevazuu
Hoca Hasib Efendi tevazu ve mahviyette eşsizdir. Bu hususta Hoca Aziz Efendi şöyle buyurmuşlardı:
"Hacı Hasib Efendi mahviyetinde insan dünyaya ender gelir."
Bu mevzuuda Sırrı Bey şöyle nakletti:
Bir gece Hocaefendi ile beraber Şehzadebaşı'ndaki İbrahim Paşa Camii'nden çıkmış durakta tramvay bekliyorduk. O sırada sarhoşun birisi Hocaefendi'ye yaklaştı ve elindeki içki şişesini gösterip:
"--Hocam burada ne var?" dedi.
Hocaefendi de kendisini sükûnetle:
"--Evladım, Cenâb-ı Allah seni bundan kurtarır inşâllah" buyurdu.
Bu söz üzerine sarhoş kendinden geçti ve kendisini yere attı. O sırada tramvay geldi. Bindik, bir sıraya yan yana oturduk. Biraz sonra Hocaefendi ağlamaya başladı. Hayretle kendine bakıyordum ki bana döndü:
"--A be yahu neye ağladığımı biliyor musun? Bizi Allah onun yerine koysaydı ne olurdu halimiz?" dedi.
Ertesi gün ise o sarhoşun, İbrahim Paşa Camii'ne gelip tevbekâr olduğu ve Hocaefendi'nin cemaati arasına karıştığı görülmüştür.
* * *
Hocaefendi çok yumuşak, halim selim bir zât idiler. Herkese hoş muamele yapar, kimseyi kırmaz ve incitmezdi. Kendisinde Allah'ın CC cemâl sıfatı tecelli etmişti.
Evet Hasib Efendi çok yumuşak, hoş görülü olmakla beraber dînî hususlarda asla taviz vermezdi. Şöyle ki: Bir gün sohbet esnasında arkadaşlardan birisi faiz hususunda, ticaret erbabı için bir kolaylık ve kaçamak aramaya çalışıyordu:
"--Şöyle olsa olmaz mı, böyle olsa olmaz mı Hocafendi?.." derken, Hocaefendi kendisine şöyle cevap verdiler:
"--Olur, olur be yahu olur ama, haram olur!"
* * *
H. Sırrı Bey naklediyor:
Bir gün Hocaefendi ile yolda giderken bir sarhoş önümüze çıktı, Hocaefendi'nin elini öptü ve dua istedi. Hocaefendi de: "İşte bu iman alâmetidir oğlum." dedi.
Yine bir gün Şehzadebaşı'nda bir düğün salonu önünden geçiyorduk. Caz ve saz sesleri dışarıdan duyuluyordu. Hocaefendi'nin gözünden yaş gelerek, "Allah islâh etsin!" diyerek onlara duada bulunmuştur.
Diğer bir gün ise taksiye binerken başını kapıya vurdu ve "İnsan baş kaldırmaya gelmiyor." dedi. Bu söz tabi bana idi, zira o gün evde bir huzursuzluk çıkartmıştım.
d. Hocaefendi Hazretleri'nin Takvâsı
Hocaefendi büyük bir takvâ sahibi olup, sünnetleri hiç terk etmezlerdi. Kırk yaşından evvelki namazlarını sonradan iade ettiklerini söylemişlerdi.
Kırk sene kadar Nuh AS gibi, haram günler haricinde her gün oruçlu bulunduktan sonra, son zamanlarında bir gün oruçlu, bir gün oruçsuz olmuşlar ve kendi ifadeleriyle:
"--A be yahu, artık ihtiyarladık ta oruçlarımızı savm-ı Dâvud'a çevirdik." buyurmuşlardır.
Hocaefendi genellikle çok az yemek yer ve hatta kızarmış ekmek yanında zeytin veya peynirle idare ederdi. Yaşına rağmen otuz iki dişi yerinde idi. Bu durum kendisine sorulunca:
"--A be yahu; çocukluğumdan beri misvak kullanmışımdır." cevabını vermiştir.
Görev yaptığı İbrahim Paşa Camii'ne, Mahmud Paşa'daki evinden ekseriyâ yaya olarak sabah namazı için geldikten sonra, iftarını camide yapar, yatsıyı da kıldıktan sonra eve dönerdi. İftarı da evden getirdiği bir miktar ekmek, peynir ve zeytinle yapardı.
* * *
Prof. Dr. Mazhar Özman naklediyor:
Bir misafirlik esnasında Hocaefendi ikram edilenlerin hepsini yemişti.
"--Hocaefendi bu akşam biraz fazla yedi, kendisine dokunmasa?" diye gönlümden geçirdim.
Anında bana dönerek:
"--A be yahu, biz onu zikrullah'la yeriz. O bizim için nur olur ve bize dokunmaz.' buyurdular."
* * *
Kış mevsimine yakın günlerden bir gece, Hocaefendi'ye alınacak kömür işinden bahsediliyordu. Hoca Efendi'nin yanında Aziz Efendi ile ilim tahsil etmiş birkaç kimse bulunuyordu. Onlardan biri dedi ki:
"--İdareden kömür alırken dolduranlara birkaç kuruş verilse de, tozsuz tarafından alınsa..."
Onun üzerine Hacı Aziz Efendi:
"--Bu, bir insanın kömürün tozunu para vermeyenlere yüklemesidir." buyurdu.
O zât bu söze itirazla konuşmalarına devam etti. Sonunda konuşmalar rızıklandırma mevzuuna geldi. Bu sefer o zât:
"--Rızık için çalışmak lâzımdır." dedi.
Aziz Efendi ise cevaben:
"--Çalışmak vazifedir ama, rızık için çalışmak gerekmez." dedi ve şu misali verdi:
"Şimdi ben evden çıkacağım; yaşlı, ihtiyar kadınların Allah rızası için yükünü taşıyacağım veya sırtıma bir küfe kum alıp yollardaki tükürüklerin üzerine atacağım. Allah CC beni rızıklandırmayacak mı?.. Allah CC rızkı tayin ve tekeffül etmiştir." dedi.
* * *
O zâtın bu söylenenleri anlamaması üzerine Hasib Efendi şu hikâyeyi anlattı:
Adamın biri bir camide i'tikâfa girmiş, üç beş gün geçmiş, kimse bir şey getirmiyor. Derken durum imamın dikkatini çekmiş:
"--Sen ne yersin, ne içersin?" demiş.
Adam da demiş ki:
"--Benim babam karşıdaki yahudi bakkala büyük bir iyilik yapmıştı. Yahudi bakkal da bana dedi ki: 'Sen i'tikâfa gir, senin yemeğini ben gönderirim!' dedi."
İmam:
"--O halde pekiyi, oldu." demiş.
Tam giderken, adam imamın bacağından tutarak demiş ki:
"--İmam efendi, Allah rızkı tekeffül ediyorum deyince inanmıyorsun da, yahudi bakkal yemeği ben göndereceğim deyince mi kabul ediyorsun?.."
Bu konuşmanın ertesi günü idi. Hasib Efendi, Hacı Aziz Efendi'ye şöyle söylediler:
"--Yâhu Aziz! O zât dün gece ne halt etti?"
* * *
Hasib Efendi son zamanlarda, geçirdiği prostat ameliyatından dolayı idrarını sonda ile bir şişeye yapar ve bu şişeyi yanında taşırdı. Bu bakımdan imamlık yapmıyor ve fakat Kapalıçarşı Merdivenli Camii'nde hutbeyi kendisi okuyordu.
Ayrıca Çarşamba günleri Beyazıt Camii'nde öğlen namazından sonra cemaate Ramûz el-Ehâdis'ten hadis okutuyordu. Beyazıt Camii'ndeki Hünkâr Mahfili altında mürşidi Mustafa Feyzi Efendi, hadis okuttuğu için kendisine teberrüken burada hadis okutuyordu. Bu bir resmî vazife değildi. Hocaefendi hocasına olan bağlılığı dolayısı ile 84 yaşında hasta olmasına rağmen, Cağaloğlu'ndan umumiyetle yürüyerek bu hadis dersine geliyordu.
Hasib Efendi hiç bir resmî vazifesi olmadan sadece hocasına bağlılığı dolayısıyla yürüyemeyecek hale gelinceye kadar teberrüken hadis okutmaya Beyazıt Camii'ne devam ettiler.
Hatta bir hastaya dua etmek için, o yaşta evinden (Cağaloğlu'ndan) Kumkapı'ya kadar yaya olarak gidip geldiği halde hiçbir şikâyette bulunmamıştır.
* * *
Hocaefendi, Kapalıçarşı Camii'nde hutbe okurken, cemaatin ekserisi esnaf olduğu için hutbenin sonuda cemaate şöyle bir uyarıda bulunurdu:
"--Karakola gitseniz, komiserin karşısına çıkarken ceketinizin düğmelerini ilikler ve şapkanızı düzeltirsiniz. Şimdi namazda Allah'ın huzuruna duracaksınız. Kendinize çeki düzen veriniz a be yahu!.. Akıllarınızı da yanı başınızda olsun, dükkanlarınızda kalmasın..."
Yine bir hutbelerinde cemaat ve talebelerini şöyle uyarmışlar:
"--Şimdi siz cuma namazına gelirken caminin biraz ilerisindeki çayevinin önünden geçersiniz. Orada tavla oynayıp, nargile içip, camiye gelmeyenleri görüp, onları ayıplarsınız. Düşünmezsiniz ve bilmezsiniz ki, onları kahvede tutup sizi camiye getiren Allah CC, --Allah göstermesin-- onları camiye getirir, sizleri kahveye gönderebilirdi."
Hocaefendi sık sık söylediği bir hususu cemaata misal vererek anlatıyordu:
"--Kendi kusurunuz ile meşgul olunuz. Başkasının kusuruna bakmayınız!"
e. Hocaefendi'nin İhvânına Düşkünlüğü
Hocaefendi ihvanına ve insanlara karşı çok düşkün, çok hassas ve çok merhametli idiler. Tebiyesini deruhte ettikleri talebelerine karşı da çok kıskanç davranırlardı ve onların başka cemaatlara karışmasından hoşlanmazlar, hatta izin vermezlerdi. Zira mürşidler kendi verdikleri terbiye sisteminin bozulmasını istemezler. İşte Hocaefendi de böyle bir mürşid-i kâmil olup, ihvanının kalbinin başka bir tarafa kaymasına ve yanlış bilgiler öğrenmesine karşı çok dikkatli ve düşkündü.
Hocaefendi'nin bir talebesi şöyle nakletti:
"Bir zaman Mustafa Feyzi Efendi'nin bir halifesine karşı kalbimde bir meyil uyanır gibi oldu. Bir rüya gördüm; o zâtın mağazasında çalışıyormuşum. Kapıya yaklaşıp dışarı baktığımda çok hoş manzaralar görülüyor. Derken bir takım kimseler hindi, tavuk, yumurta gibi şeyler getiriyor.
'--Hocama götürmek için bana satar mısınız?' dedim.
'--Hayır bunlar satılık değil, filanca zâtın malıdır.' dediler. Meylettiğim zâtın ismini verdiler.
Ertesi gün kendi dükkanıma bazı müşteriler hindi ve yumurta gibi şeyler getirdi. Satın alıp bir kısmını Hasib Efendi'ye götürdüm. Bana:
"--Bİr zuhuratın var mı?" diye sordu.
Ben de rüyayı anlattım. Önce mürakebeye vardı, sonra:
"--Ayrımız, gayrımız yoktur be yâhu!" dedi.
Aynı rüyayı ve hadiseyi Aziz Efendi'ye anlattığımda:
"--Mürşid, ihvânını başkasına vermek istemez, hayatı pahasına da olsa..." dedi.
Arkadaş şöyle devam etti:
Hasib Efendi'ye rüyayı anlatıp hindiyi bıraktıktan sonra, tekrar dükkana gitmiştim. Geri kalan hindi ve yumurtaları eve götürürken, Beyazıt'da az daha bir tramvayın altında kalıyordum. Nasıl kurtulduğumu halen de anlamış değilim. Allah bilir ki, Hocamızın himmeti ile kurtulmuş olmalıyım.
(Abdullah Hasib Yardımcı)
(1864 - 1949)
a. Hayat Hikâyesi
Hacı Abdullah Hasib Efendi; 1864 mîlâdi (1280 Hicrî) yılında Serez'de dünyaya gelmiştir. Babası "Muavin" nâmı ile mâruf Halis Efendi oğlu Ali Efendi'dir. Ali Efendi Serez'de Cami-i Atik imamı, aynı zamanda da Serez Rüşdiyesi'nde öğretmen ve müdür muaviniydi. Muavin lakabı buradan gelmektedir.
Hasib Efendi orta tahsilini Serez Rüşdiyesi'nde tamamladıktan sonra, İstanbul'a gönderilmiş ve tahsiline Çarşamba semtindeki Mahmud Ağa Medresesi'nde devam etmiştir. Burada on sene kadar kaldıktan sonra, 1893 yılında (1310 h) Tokatlı Hacı Şakir Efendi'den müderrislik icazeti almıştır. Bu icazet merasiminde, Gümüşhaneli Ahmed Ziyâüddin Efendi de davetli olarak hazır bulunmuştur.
Bu sırada, Nakşî meşayihinden Sandıklılı Hasan Efendi'ye intisab etmişlerdir. Ayrıca, Arap Hoca'dan "tashîh-i huruf" ve Hacı Nuri Efendi'den "ilm-i kıraat" dersleri almış; kendisine kıraat icazeti verilmiştir.
Daha sonra Serez'e dönüp Cami-i Atik'te görev almıştır. Burada Buhàrî okutmuş ve pek çok talebe ve hafız yetiştirmiştir. 1924 senesinde, mübadelede tekrar İstanbul'a gelmişler ve Eyüp semtine yerleşmişlerdir. Bu sırada Aziz Efendi ve Mehmed Zâhid Efendi ile tanışmış ve ilk şeyhi Hasan Hilmi Efendi'nin vefatı üzerine, Gümüşhaneli Tekkesi'nin postnişini olan Mustafa Feyzi Efendi'ye intisab etmiştir.
* * *
Bu intisab hadisesini Hacı Aziz Efendi şöyle nakletmiştir:
"Hasib Efendi Mustafa Feyzi Efendi'ye intisab ettiği sırada Şeyh Efendi'nin yanında bulunuyordum. Üç kişi ders almaya gelmişlerdi. İntisabdan hemen sonra, Hasib Efendi dışarı çıkarken Şeyh Efendi kendisini işaret ederek:
'--Şu ortadaki kütük yontulur.' buyurdular.
Esasen Hasib Efendi'nin bildirdiğine göre, ilk şeyhi Hasan Hilmi Efendi ile sülûku tamamlamış ve fenâ fiş-şeyh mertebesine erişmişti. Bize bunu kendileri şöyle tarif etmiştir:
'--Her aynaya baktığımda kendimin yerine şeyhim Hasan Hilmi Efendi'yi görüyordum.'
Gümüşhaneli Dergâhı'na kendisini Hacı Aziz Efendi ile Mehmed Zâhid Efendi getirmiştir. Bilahare Hasib Efendi, Mustafa Feyzi Efendi'den halifelik icazeti almış olup, kendisine irşad yetkisi verilmiştir.
O sırada ikamet etmekte olduğu Eyüp'ten Bab-ı Âli'deki dergâhın bulunduğu Fatma Sultan Camii'ne her sabah yaya olarak gelirlermiş. Daha sonra aynı camide görev alıp, caminin meşrutasına yerleşmişlerdir. Bilâhere Şehzâdebaşı Damat İbrahim Paşa Camii'nde imam hatiplik yapmış olup, Mahmud Paşa semtinde kendi evinde oturmuşlardır. Son zamanlarında ise, Kapalıçarşı içindeki Merdivenli Camii'nde hatiplik görevi yapıyordu.
* * *
Hasib Efendi'nin, teker teker vefat etmeleri üzerine aldıkları dört hanımından onyedi çocukları olmuştur. Şu anda yalnız Sami Efendi hayattadır. Onaltı çocuğunun vefat etiğini bildirirken bize şöyle demişti:
"--Biz onaltı çocuk defnettik."
Hasib Efendi beş defa hacca gitmiştir. Bu yolculukların üçü karadan, ikisi ise denizden olmuştur. Hacca gittiği bir deniz seferinde, ağabeyleri yolculuk sırasında vefat etmiştir. Pederleri Ali Efendi ise Cidde'de vefat etmiş olup, kabri oradadır.
Hasib Efendi 15 Mayıs 1949'da cumartesiyi pazara bağlayan gece, yaz saati ile 23.00'e 2 dakika kala İstanbul'daki evinde rahmet-i Rahmân'a kavuştu.
* * *
Son zamanlarında kendisi prostat ameliyatı olmuştu. Hastalığının son üç ayında hep yatakta kaldığı için kıbleye dönük olarak yatıyordu. Çok zaman gözlerini açmıyordu.
"--Niçin Hoca Efendi gözlerini açmıyor?" diye bu durumu sorduğumuzda, Hacı Aziz Efendi:
"--Hoca Efendi gözünü ahirete çevirdi, artık açmaz. Kendisi ahirete gitmek istiyor." dedi.
Vefatından bir gün önce, Hacı Aziz Efendi bize artık:
"--Hoca Efendi'yi ikişer ikişer yanında kalıp bekleyiniz!" dedi.
O gece Mazhar ve Sırrı Bey'i Hoca Efendi'yi beklemeye gönderdi. Ertesi gece de Hacı Aziz Efendi arkadaşlarla sohbet ederken, gelip vefat haberini bildirdiler.
Zeyrek'ten kalkıp Hoca Efendi'nin Mahmud Paşa'daki evine gidildi. Burada arkadaşlar sabaha kadar yanında kalıp tehlil ve zikir ile meşgul oldular.
* * *
Hocaefendi'nin kabri Edirnekapı Sakızağacı Şehitliği'ndedir. Cenaze namazı Fatih Camii'nde, kendisinin iki ahiret kardeşinden birisi olan, Eyüp Sultan Camii'nin o zamanki baş imamı Hacı Said Efendi tarafından kıldırılmıştır. Tabutu omuzlarda taşınarak Fatih Camii'nden Edirnekapı'daki ilk kabrine kadar götürülmüştür. Sonradan kabristandan E-5 çevre yolu geçeceği için kabir nakli yapılmış, halen Edirnekapı Sakızağacı Şehitliği'nde Hacı Aziz Efendi ile yanyana yatmaktadır.
Vefatından evvel bize:
"--Benden sonra Aziz'le devam edersiniz, onun ömrü de kısa görülür be yâhu." demişti.
Bu kerameti çıktı ve Hacı Aziz Efendi kendisinden üç buçuk sene sonra ahirete intikal etti.
b. Hasib Efendi'nin Şahsiyeti
Hacı Hasib Efendi uzunca boylu, zayıfça, nur yüzlü, beyaz sakallı, çok yumuşak ve hilm sahibi mübarek bir zât idi.
İhvanının en olumsuz ve basit suallerini bile benimseyerek hilmle cevaplandırırdı. Çok yumuşak ve zarif konuşurlardı. Kelimeleri tane tane söyler ve sözün başında veya sonunda, genellikle kendi Rumeli şivesi ile "A be yahu" kelimesini çok kullanırdı.
Abdullah Hasib Efendi, Allah'ın büyük bir veli kulu idi. Aynı zamanda kendisi bir mürşid-i kâmil olup, zamanının kutbu olduğuna herkes ittifak etmişti.
* * *
Bu hususta bir hatıramızı nakledelim:
Biz bir arkadaşımla birlikte 1947 Temmuzunda beş vakit namaz kılmaya başladık. Ondan sonra bir çok dinî mecmua, tefsir okuduk. Bazı hocaefendilerin sohbet ve derslerine devam ederek dînî bilgimizi artırmaya gayret ettik. 1948 baharında Mevlânâ Hazretleri'nin Mesnevî'si elimize geçti ve onu da okumaya çalışırken şöyle bir cümleye rastladım:
"--Evlâdım, aklın varsa zamanın kutbunun eteğine yapış!"
Bunu arkadaşıma söylediğimde, bu fikir onun da hoşuna gitti. Ama zamanın kutbunu nasıl tanıyacak, nasıl bulacaktık?..
O zamanki bilgilerimize göre, kutub tabiatı ile Allah'ın bir velisidir. Veli ise farzları tam yaptıktan sonra, sünnetlere de tam mânâsı ile uyan bir kimse olmalıdır. Derken Haziran 1948'de, Beyazıt Camii'nde Ramûz el-Ehâdis okuturken Hasib Efendi'ye rastladım. Arkadaşıma:
"--Bir zât gördüm, kutub olduğunu bilmiyorum ama, ona yakın bir kimse olsa gerektir." dedim.
Netice, 1 Şubat 1949'da kendisine intisab ettik. Hasib Efendi, 15 Mayıs 1949'da rahmet-i Rahman'a kavuştu. Bizler o sırada Hacı Aziz Efendi'nin sohbetlerine devam ediyorduk.
Hasib Efendi'nin vefatından takriben bir ay sonra, arkadaşım şöyle bir rüya görmüş: Hacı Aziz Efendi'nin imamlık yaptığı Zeyrek Camii'nde cemaat oturmakta, Hasib Efendi ise bağdaş kurmuş ve şeffaf (nûrâni) bir durumda, havada cemaatin üstünde sağdan sola doğru dönerek uçuyor ve ağzından, "Ben kutbum, ben kutbum..." sözleri çıkıyor.
Bu rüyayı Hacı Aziz Efendi'ye anlattığım zaman, Aziz Efendi, "Arkadaşın hakikati görmüş." diyerek, Hasib Efendi'nin kutub olduğunu tasdik etmiş oldular.
* * *
Şüphe yok ki Hasib Efendi Allah'ın bir velisi ve dostu idi. Esasen veliliğin bir tarifi de şöyledir: "Hakk'ın kulunu, kulun da Mevlâ'sını dost edinmesi, Allah ile kulu arasındaki karşılıklı sevgi ve dostluk." diğer bir tabirle "Allah onlardan razı, onlar da Allah'tan."
Bu sevginin bir alâmeti olarak Hocaefendi halvetteyken şu mısraları söylemiştir:
Giderse cennete ahbâb-ı yârânım,
Beni nâra sokarsa cürm-ü isyânım,
Dökülür yaşlarım hâke, çıkar eflâke efgànım
Hasib'in başlı arzusu cemâlullah'ı görmektir,
Sana yalvarmaya geldi, şefaat yâ Rasûlallah.
Beni nâra sokarsa cürm-ü isyânım,
Dökülür yaşlarım hâke, çıkar eflâke efgànım
Hasib'in başlı arzusu cemâlullah'ı görmektir,
Sana yalvarmaya geldi, şefaat yâ Rasûlallah.
Bir Ramazan günü Hocaefendi'yi iftara çağırmıştım. Yemekte bir ara içimden geçti ki:
"--Hocaefendi kabul etse de teravih namazını Eyüp Sultan'da kılsaydık."
Yemekten sonra Hocaefendi şöyle dedi:
"--A be yahu, çoktan beri Eyüp'e gitmemişimdir. İşin yoksa teravihi Eyüp'te kılalım!"
Yola koyulduk, giderken:
"--Acaba bu akşam nöbet sırası Said Efendi'de midir?" diye sordu.
Said Efendi, Eyüp Camii birinci imamı ve kendisinin ahiret kardeşi idi. Camiye gelince sordum:
"--Evet, Said Efendi'de imiş." dedim.
Bunun üzerine Said Efendi hakkında:
"--O kendini bilmez evliyâdır." buyurdu.
Namazdan sonra önce Uncu Kemal ve Said Efendi, sonra bütün cemaat Hocaefendi'nin etrafında toplandılar, elini, sakalını öptüler ve dua istediler. Dönüşte, bu sevginin Allah'tan olduğunu izah sadedinde, Hoca Efendi şöyle buyurdu:
"--Evlâdım, Allah bir kulunu benimserse, bütün yaratılmışlara onu sevdirir ve iltifatını kazandırır."
* * *
Hocaefendi'nin Peygamber SAS'e karşı çok büyük bir muhabbeti vardı. O, sünnetlere her bakımdan uyardı. Hutbe ve sohbetlerde Hazret-i Peygamber SAS Efendimiz'den bahsederken "Efdalül-beşer" tabirini çok kullanır ve bunu söylerken gözyaşlarını tutamazdı. Hadis-i şerif naklederken de sık sık ağladığını görürdük.
O zaman Molla Camii'nin şu sözlerini tekrarlardı: "Ağla çeşmim ağla, ağlamaktır aşkın sermayesi."
Kendisinin şu sözleri de daima hatırlanacaktır: "Sahabe ne bahtiyardı, Rasûlullah'ı gördüler." dedikten sonra, duraklayıp: "İyi ama vefatını da gördüler; ona dayanılamazdı." diye ilave ederdi.
* * *
Hocaefendi cuma namazlarından sonra camide sırtını minbere dayayarak oturur, cemaat sıra ile elini öper, duasını alır; bu sırada onların dertlerini dinler ve suallerini cevaplandırırdı.
Bir defasında cemaatten biri:
"--Efendim, rüyamda Peygamberimiz'i görmek istiyorum ama bir türlü göremiyorum. Ne yapmalıyım?" demişti.
Hocaefendi Rumeli şivesi ile ona:
"--A be yâhu! Biz de görmek isteriz ama, her zaman görünmez o Mübarek." demişlerdi.
Burada Hocaefendi'nin Peygamber SAS'e olan sevgisini belirten ve halvette söyledikleri şu mısraları nakletmeden geçemeyeceğiz:
Bana evvelce gösterdin senin ol gül cemâlini,
Kulağıma işittirdin dahi şirin mekàlini
Sonunda perdeyi çektin esirgedin visâlini
Hasib'in maksadı ancak teşerrüftür cemâlinle
Senin diyarına geldi, şefaat yâ Rasûlallah!..
Kulağıma işittirdin dahi şirin mekàlini
Sonunda perdeyi çektin esirgedin visâlini
Hasib'in maksadı ancak teşerrüftür cemâlinle
Senin diyarına geldi, şefaat yâ Rasûlallah!..
"--Bu yatak nedir?" diye sormuş.
Bunun üzerine:
"--Efendim ameliyatlısınız, böyle daha rahat edeceksiniz." denildiğinde;
"--İyi ama ben o ot minder üzerinde bulunduğumda, Allah'ın Rasûlü ile teşerrüf ederim." diye cevap vermiştir.
Bunun üzerine pamuk yatak kaldırılmıştır.
c. Hocaefendi'nin Tevazuu
Hoca Hasib Efendi tevazu ve mahviyette eşsizdir. Bu hususta Hoca Aziz Efendi şöyle buyurmuşlardı:
"Hacı Hasib Efendi mahviyetinde insan dünyaya ender gelir."
Bu mevzuuda Sırrı Bey şöyle nakletti:
Bir gece Hocaefendi ile beraber Şehzadebaşı'ndaki İbrahim Paşa Camii'nden çıkmış durakta tramvay bekliyorduk. O sırada sarhoşun birisi Hocaefendi'ye yaklaştı ve elindeki içki şişesini gösterip:
"--Hocam burada ne var?" dedi.
Hocaefendi de kendisini sükûnetle:
"--Evladım, Cenâb-ı Allah seni bundan kurtarır inşâllah" buyurdu.
Bu söz üzerine sarhoş kendinden geçti ve kendisini yere attı. O sırada tramvay geldi. Bindik, bir sıraya yan yana oturduk. Biraz sonra Hocaefendi ağlamaya başladı. Hayretle kendine bakıyordum ki bana döndü:
"--A be yahu neye ağladığımı biliyor musun? Bizi Allah onun yerine koysaydı ne olurdu halimiz?" dedi.
Ertesi gün ise o sarhoşun, İbrahim Paşa Camii'ne gelip tevbekâr olduğu ve Hocaefendi'nin cemaati arasına karıştığı görülmüştür.
* * *
Hocaefendi çok yumuşak, halim selim bir zât idiler. Herkese hoş muamele yapar, kimseyi kırmaz ve incitmezdi. Kendisinde Allah'ın CC cemâl sıfatı tecelli etmişti.
Evet Hasib Efendi çok yumuşak, hoş görülü olmakla beraber dînî hususlarda asla taviz vermezdi. Şöyle ki: Bir gün sohbet esnasında arkadaşlardan birisi faiz hususunda, ticaret erbabı için bir kolaylık ve kaçamak aramaya çalışıyordu:
"--Şöyle olsa olmaz mı, böyle olsa olmaz mı Hocafendi?.." derken, Hocaefendi kendisine şöyle cevap verdiler:
"--Olur, olur be yahu olur ama, haram olur!"
* * *
H. Sırrı Bey naklediyor:
Bir gün Hocaefendi ile yolda giderken bir sarhoş önümüze çıktı, Hocaefendi'nin elini öptü ve dua istedi. Hocaefendi de: "İşte bu iman alâmetidir oğlum." dedi.
Yine bir gün Şehzadebaşı'nda bir düğün salonu önünden geçiyorduk. Caz ve saz sesleri dışarıdan duyuluyordu. Hocaefendi'nin gözünden yaş gelerek, "Allah islâh etsin!" diyerek onlara duada bulunmuştur.
Diğer bir gün ise taksiye binerken başını kapıya vurdu ve "İnsan baş kaldırmaya gelmiyor." dedi. Bu söz tabi bana idi, zira o gün evde bir huzursuzluk çıkartmıştım.
d. Hocaefendi Hazretleri'nin Takvâsı
Hocaefendi büyük bir takvâ sahibi olup, sünnetleri hiç terk etmezlerdi. Kırk yaşından evvelki namazlarını sonradan iade ettiklerini söylemişlerdi.
Kırk sene kadar Nuh AS gibi, haram günler haricinde her gün oruçlu bulunduktan sonra, son zamanlarında bir gün oruçlu, bir gün oruçsuz olmuşlar ve kendi ifadeleriyle:
"--A be yahu, artık ihtiyarladık ta oruçlarımızı savm-ı Dâvud'a çevirdik." buyurmuşlardır.
Hocaefendi genellikle çok az yemek yer ve hatta kızarmış ekmek yanında zeytin veya peynirle idare ederdi. Yaşına rağmen otuz iki dişi yerinde idi. Bu durum kendisine sorulunca:
"--A be yahu; çocukluğumdan beri misvak kullanmışımdır." cevabını vermiştir.
Görev yaptığı İbrahim Paşa Camii'ne, Mahmud Paşa'daki evinden ekseriyâ yaya olarak sabah namazı için geldikten sonra, iftarını camide yapar, yatsıyı da kıldıktan sonra eve dönerdi. İftarı da evden getirdiği bir miktar ekmek, peynir ve zeytinle yapardı.
* * *
Prof. Dr. Mazhar Özman naklediyor:
Bir misafirlik esnasında Hocaefendi ikram edilenlerin hepsini yemişti.
"--Hocaefendi bu akşam biraz fazla yedi, kendisine dokunmasa?" diye gönlümden geçirdim.
Anında bana dönerek:
"--A be yahu, biz onu zikrullah'la yeriz. O bizim için nur olur ve bize dokunmaz.' buyurdular."
* * *
Kış mevsimine yakın günlerden bir gece, Hocaefendi'ye alınacak kömür işinden bahsediliyordu. Hoca Efendi'nin yanında Aziz Efendi ile ilim tahsil etmiş birkaç kimse bulunuyordu. Onlardan biri dedi ki:
"--İdareden kömür alırken dolduranlara birkaç kuruş verilse de, tozsuz tarafından alınsa..."
Onun üzerine Hacı Aziz Efendi:
"--Bu, bir insanın kömürün tozunu para vermeyenlere yüklemesidir." buyurdu.
O zât bu söze itirazla konuşmalarına devam etti. Sonunda konuşmalar rızıklandırma mevzuuna geldi. Bu sefer o zât:
"--Rızık için çalışmak lâzımdır." dedi.
Aziz Efendi ise cevaben:
"--Çalışmak vazifedir ama, rızık için çalışmak gerekmez." dedi ve şu misali verdi:
"Şimdi ben evden çıkacağım; yaşlı, ihtiyar kadınların Allah rızası için yükünü taşıyacağım veya sırtıma bir küfe kum alıp yollardaki tükürüklerin üzerine atacağım. Allah CC beni rızıklandırmayacak mı?.. Allah CC rızkı tayin ve tekeffül etmiştir." dedi.
* * *
O zâtın bu söylenenleri anlamaması üzerine Hasib Efendi şu hikâyeyi anlattı:
Adamın biri bir camide i'tikâfa girmiş, üç beş gün geçmiş, kimse bir şey getirmiyor. Derken durum imamın dikkatini çekmiş:
"--Sen ne yersin, ne içersin?" demiş.
Adam da demiş ki:
"--Benim babam karşıdaki yahudi bakkala büyük bir iyilik yapmıştı. Yahudi bakkal da bana dedi ki: 'Sen i'tikâfa gir, senin yemeğini ben gönderirim!' dedi."
İmam:
"--O halde pekiyi, oldu." demiş.
Tam giderken, adam imamın bacağından tutarak demiş ki:
"--İmam efendi, Allah rızkı tekeffül ediyorum deyince inanmıyorsun da, yahudi bakkal yemeği ben göndereceğim deyince mi kabul ediyorsun?.."
Bu konuşmanın ertesi günü idi. Hasib Efendi, Hacı Aziz Efendi'ye şöyle söylediler:
"--Yâhu Aziz! O zât dün gece ne halt etti?"
* * *
Hasib Efendi son zamanlarda, geçirdiği prostat ameliyatından dolayı idrarını sonda ile bir şişeye yapar ve bu şişeyi yanında taşırdı. Bu bakımdan imamlık yapmıyor ve fakat Kapalıçarşı Merdivenli Camii'nde hutbeyi kendisi okuyordu.
Ayrıca Çarşamba günleri Beyazıt Camii'nde öğlen namazından sonra cemaate Ramûz el-Ehâdis'ten hadis okutuyordu. Beyazıt Camii'ndeki Hünkâr Mahfili altında mürşidi Mustafa Feyzi Efendi, hadis okuttuğu için kendisine teberrüken burada hadis okutuyordu. Bu bir resmî vazife değildi. Hocaefendi hocasına olan bağlılığı dolayısı ile 84 yaşında hasta olmasına rağmen, Cağaloğlu'ndan umumiyetle yürüyerek bu hadis dersine geliyordu.
Hasib Efendi hiç bir resmî vazifesi olmadan sadece hocasına bağlılığı dolayısıyla yürüyemeyecek hale gelinceye kadar teberrüken hadis okutmaya Beyazıt Camii'ne devam ettiler.
Hatta bir hastaya dua etmek için, o yaşta evinden (Cağaloğlu'ndan) Kumkapı'ya kadar yaya olarak gidip geldiği halde hiçbir şikâyette bulunmamıştır.
* * *
Hocaefendi, Kapalıçarşı Camii'nde hutbe okurken, cemaatin ekserisi esnaf olduğu için hutbenin sonuda cemaate şöyle bir uyarıda bulunurdu:
"--Karakola gitseniz, komiserin karşısına çıkarken ceketinizin düğmelerini ilikler ve şapkanızı düzeltirsiniz. Şimdi namazda Allah'ın huzuruna duracaksınız. Kendinize çeki düzen veriniz a be yahu!.. Akıllarınızı da yanı başınızda olsun, dükkanlarınızda kalmasın..."
Yine bir hutbelerinde cemaat ve talebelerini şöyle uyarmışlar:
"--Şimdi siz cuma namazına gelirken caminin biraz ilerisindeki çayevinin önünden geçersiniz. Orada tavla oynayıp, nargile içip, camiye gelmeyenleri görüp, onları ayıplarsınız. Düşünmezsiniz ve bilmezsiniz ki, onları kahvede tutup sizi camiye getiren Allah CC, --Allah göstermesin-- onları camiye getirir, sizleri kahveye gönderebilirdi."
Hocaefendi sık sık söylediği bir hususu cemaata misal vererek anlatıyordu:
"--Kendi kusurunuz ile meşgul olunuz. Başkasının kusuruna bakmayınız!"
e. Hocaefendi'nin İhvânına Düşkünlüğü
Hocaefendi ihvanına ve insanlara karşı çok düşkün, çok hassas ve çok merhametli idiler. Tebiyesini deruhte ettikleri talebelerine karşı da çok kıskanç davranırlardı ve onların başka cemaatlara karışmasından hoşlanmazlar, hatta izin vermezlerdi. Zira mürşidler kendi verdikleri terbiye sisteminin bozulmasını istemezler. İşte Hocaefendi de böyle bir mürşid-i kâmil olup, ihvanının kalbinin başka bir tarafa kaymasına ve yanlış bilgiler öğrenmesine karşı çok dikkatli ve düşkündü.
Hocaefendi'nin bir talebesi şöyle nakletti:
"Bir zaman Mustafa Feyzi Efendi'nin bir halifesine karşı kalbimde bir meyil uyanır gibi oldu. Bir rüya gördüm; o zâtın mağazasında çalışıyormuşum. Kapıya yaklaşıp dışarı baktığımda çok hoş manzaralar görülüyor. Derken bir takım kimseler hindi, tavuk, yumurta gibi şeyler getiriyor.
'--Hocama götürmek için bana satar mısınız?' dedim.
'--Hayır bunlar satılık değil, filanca zâtın malıdır.' dediler. Meylettiğim zâtın ismini verdiler.
Ertesi gün kendi dükkanıma bazı müşteriler hindi ve yumurta gibi şeyler getirdi. Satın alıp bir kısmını Hasib Efendi'ye götürdüm. Bana:
"--Bİr zuhuratın var mı?" diye sordu.
Ben de rüyayı anlattım. Önce mürakebeye vardı, sonra:
"--Ayrımız, gayrımız yoktur be yâhu!" dedi.
Aynı rüyayı ve hadiseyi Aziz Efendi'ye anlattığımda:
"--Mürşid, ihvânını başkasına vermek istemez, hayatı pahasına da olsa..." dedi.
Arkadaş şöyle devam etti:
Hasib Efendi'ye rüyayı anlatıp hindiyi bıraktıktan sonra, tekrar dükkana gitmiştim. Geri kalan hindi ve yumurtaları eve götürürken, Beyazıt'da az daha bir tramvayın altında kalıyordum. Nasıl kurtulduğumu halen de anlamış değilim. Allah bilir ki, Hocamızın himmeti ile kurtulmuş olmalıyım.