Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Hakk Teâlâ Hakkında

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,131
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
* Hak teâlâ, temessül (misâllendirilme) ve misâlin ve tevehhüm (vehmin) ve hayâlin ötesidir. Ve bunların temâmı, Hak teâlânın mahlûkudur. 3/73
* Hak teâlânın bu’dü (uzaklığı), derk (anlayış) ve ma’rifet (bilmek) i’tibâriyledir. 3/70
* Hak teâlânın akrebiyyeti (çok yakınlığı), bizim eb’adiyetimize (uzaklığımıza) sebeb olmuşdur. 1/258
* Hak teâlânın kurb (yakınlık) ve ma’iyyeti (berâberliği) bîçûnîdir. Bizim akl ve şühûdumuzdan münezzeh bir kurbdur (yakınlıkdır). 3/94
* Hak teâlânın âleme olan nisbeti, nokta-i cevvâlenin dâireye olan nisbeti gibidir. O dâire o noktanın dönmesinden meydâna gelmişdir. 2/98.
* Hak teâlânın ihâta ve kurbu (yakınlığı) ilm-i huzûrîye bağlıdır. 3/48
* Hak teâlânın kurb ve ma’iyyeti (yakınlığı ve berâberliği) mevcûdun mevhûma (vehm olunmuşa) ve aynanın sûrete kurbu kabîlindendir. 1/113
* Hak teâlânın kayyûm-ı âlem olması, ecsâm-ı garîbenin (garîb, acâyip şeylerin) dübazlarla (hokkabazlarla) kıyâmı (birlikde durması) gibidir. 2/45.
* Hak teâlâ bizzat mevcûddur. Ve eşyâ dahî onun îcâdıyle mevcûddur. 3/121.
* Hak teâlâ zâtı ile mevcûddur. Vücûd ile değil. 3/16
* Hak teâlâ kendi zâtı ile hay’dır. Ya’nî zindedir. Kendi zâtında dânâ (bilen), bînâ (gören), şineva (işiten), tüvâna (gücü yeten), mürîd (dileyen) ve gûyâ (söyliyen)dir. Kâinâtı yokdan yaratandır. Ve kemâlât, sıfat-ı hayât, ilm, basar, sem’, kudret ve irâde ve kelâm ile değildir. 3/25
* Hak teâlânın misâlde ve hayâlde sûreti yokdur. 3/117
* Hak teâlânın misli yokdur. Misâli vardır, demişlerdir. 2/58
* Hak teâlânın, İmâm-ı Rabbânî indinde misâli dahî yokdur. 3/118.
* Hak teâlâya akreb-i eşyâ (en yakın şey) ve sıfât-i ilâhînin ezharı, Kur’ân-ı mecîddir ki, zılliyyetden ârîdir (zıllıyyet değildir). 3/99
* Hak teâlânın kelâmımızı işitmesi kelimesiz, öne almadan ve sona bırakılmadan vâkı’ olur. 3/119.
* Hak teâlâ, bizim ve sizin Rabbimiz ve âlemlerin Rabbi, gerek semâlar olsun ve gerek arzın ve yükseklik ve aşağılıkların, Rabbi birdir. Ötelerin ötesidir. Benzeri ve misli olmakdan münezzeh ve şekl ve misâlden uzakdır. Baba ve oğul olmak, Hak teâlânın şânında muhâldir. Benzeri ve misâli muhâldir. Hulûl, birleşmek şâibesi çirkindir. Görünmek ve zuhûr fitnesi çirkindir. Zemân ve mekân onun mahlûkudur. Vücûdına başlangıç ve bekâsına nihâyet yokdur. Hayr ve kemâl ona sâbit, naks ve zevâl onda yokdur. O hâlde ibâdete müstehak Hak sübhânehu ve teâlâdır. 3/16.
* Hak teâlâya, ilm ile, şühûd ile ve ma’rifet ile yol bulunamaz. 1/38.
* Hak teâlâ hulûl etmez, zuhûr eder. 3/120
* Hak teâlâ üzerinden zemân mürûr eylemez (geçmez). Zemân ve mekân onun mahlûkudur. 3/109.
* Hak teâlâ yakındır. Zîrâ herşey kendi mâhiyyeti ile şeydir. Ammâ, şey’in aksi ve zılli, kendi mâhiyyetinin zılli ve aksi ile zıl ve aks değildir. Belki kendi aslının mâhiyyeti ile aks ve zıl olmuşdur. Zîrâ zıl, mâhıyyet sâhibi değildir. Mâhiyyet-i asldır ki, zıl ile zuhûr eylemişdir. Pes (o hâlde) asl zılle, zılden akreb oldu (dahâ yakın oldu). Zîrâ zıl, asl ile zıldir. Kendi nefsi ile değildir. Ve çünki âlem, ef’al-i vâcibînin (Allahü teâlânın ef’âlinin) zılâl (zılleri) ve ukûsidir (aksleridir). Nâçâr sıfât-ı ilâhî, âleme âlemden ve âlemin üsûlinden ki ef’aldir. Akreb oldu ki (dahâ yakın oldu ki), asl-ıl üsûldür. Sıfât dahî, Zât-i teâlânın zıllıdir. Ve zât-i celle sültânehü asl-ı cemî’-i üsûldür. Binnetîce, Zât-i teâlâ, âleme âlemden ve ef’al ve sıfât-ı vâcibden akreb (yakın) olmuş olur. 3/1
* Hak teâlânın zât-i akdesi (mukaddes zâtı) ve sıfât-i mukaddesesi, bir mertebede kâindir. Sıfatın ziyâde (ayrı) olması sâbit olmakla, Hak celle celâlühü de hiç te’ayyün ve tenezzül peydâ olmamışdır. 3/113
* Hak teâlânın sıfâtı ve ef’âli dahî, zâtı gibi bîçûn ve bîçugûnedir. Ve mümkinâtın (mahlûkatın) sıfâtı ve ef’âli ile hiç münâsebeti yokdur. Meselâ ilm sıfatı kadîm ve basîtdir. Te’addüd ve tekessür (adedlenme ve çoğalma) ona yol bulamamışdır. Te’addüd-i te’allükât (alâka) i’tibâriyle olursa da. Zîrâ onda bir inkişaf basît vardır ki ma’lûmat-ı ezel ve ebed, o inkişaf ile münkeşîf ve cemî’-i eşyâyı an-ı vâhid-i basîtde bilmiş idi. Meselâ, Zeydi hem mevcûd (varlıkda), hem ma’dûm (yoklukda) ve cenin ve sabî ve civân ve pir ve zinde (diri) ve mürde (ölü) ve kâim (ayakda) ve kâid (oturan)..... ilâhir bilmişdir. Te’addüd-i te’allûkât âfâkın te’addüdünü mûcibler ve ezminenin teksîrini isterler. O mahalde ezelden ebede dek, ân-ı vâhid-i basîtden gayr-i ân yokdur. (Değişmiyen, basît bir ân vardır.) O ânlara aslâ te’addüd yokdur. Hak teâlâ üzre zemân cereyân eylemez. Bütün mahlûkâta te’alluk-ı vâhid ile müteallık olmuşdur. O te’alluk dahî, sıfât-ı ilm gibi bîçûn ve bîçugûnedir. (Bilinemez ve ötelerin ötesidir.) 1/296
* Hak teâlâ bir sıfatla muttasıf (sıfatlanmış) ve bir ismle müsemmâ (ismlenmiş) ve bir hükmle mahkûm değildir. Kendi zâtına ism ve ahkâm bildirmesi teşbîh i’tibâriyledir ki, mahlûkâtın anlayışlarına karîb olmak içindir. 2/3
* Hak teâlâ yüce kerem ve ihsânından, kendi feyzlerini ve ni’metlerini varlıklara vermek ve bahş eylemek murâd eyledi. Mahlûkları halk buyurup (mahlûkâtı yaratıp), kendi kemâlât-i vücûd ve tevâbi’-i vücûdundan, ya’nî diğer sıfât-i kemâl onlara bahş eyledi. Lâkin ondan bir parça ayrı olup, kullara ulaşmak, çırayı çıradan yakmak gibi iktibâs değil idi ki, böyle olmak noksanlık işâretidir. Allahü teâlâ, böyle olmakdan çok yücedir. Yaratmakdan maksad, onlara ni’met ve ihsânlar vermekdir. Yoksa onların vesîlesi ile (onlara ihtiyâcı olduğundan değil) ismlerin kâmil ve sıfâtlarının tekmil olması için değil. Hâşâ ve kellâ. Esmâ ve sıfâtı hadd-i zâtında kâmillerdir. Hiç zuhûr ve mazhara ihtiyâcları yokdur. O hazret-i celle şânühûda cümle kemâl fi’len hâsıldır. Bir kuvvete bağlı değildir ki, onun meydâna gelmesi bir emre (işe) bağlı olsun. Eğer şühûd ve müşâhede ise, o hazretde kendinden kendinedir. (Yine nasıl olduğu bilinemez.) Ve eğer ilm ve ma’lûm ise dahî, kendi bilir ve kendine ma’lûmdur. Ve bunun gibi işitmesi ve konuşması kendindendir. Bütün kemâlât, o yerde (bu husûsda) mufassal ve meydâna çıkmışlardır. Lâkin ünvân-ı bîçûnî iledir (ötelerin ötesi ünvânı iledir). Çûn için bîçûne rah yokdur. (Bilinenden bilinmiyene yol yokdur.) Mahlûkât nedir ki, Hak sübhânehu ve teâlânın kemâlâtının aynası olalar. Ve âlem nedir ki, o cemâlin tafsîli ola. O hazret-i celle şânühûda, ayni icmâlde tafsîl ve ayni dıykda (darlıkda) vüs’at vardır. Ve çünki tafsîl ve vüs’at o makâmda bîçunîdir. Zan olunur ki, icmâle tafsîl lâzım ola ki, âlemin yaratılmasına bağlıdır. Ve o icmâlin temâmı, bu tafsîl ile ola. Ve hak olan odur ki, o yerde (bu husûsda) hem icmâl vardır, hem tafsîl vardır. "VALLAHÜ VÂSİ’ÛN ALÎM." ((Allahü teâlânın fadlı genişdir. Fakîre genişlik verir ve onu zengin eder. Mülke lâyık olanı bilir.) Bekara sûresi 247. Âyet-i kerîmesinin meâli.) Ma’lûm ola ki, bu âlemin yaratılması, bir mertebede vâki’ olmuşdur ki, onun o mertebeyi mukaddeseye hiç müzâhemesi ve müdafe’ası yokdur. (Ol demiş, var olmuşdur.) Herhangi bir mevcûdun varlığı, her ne kadar, diğer bir şeyin varlığının tahdîdini iktizâ eder, amma o kâide bu makâmda geçerli değildir ki (Allahü teâlânın yaratmasında böyle birşey yokdur), âlemin varlığı, Allahü teâlânın varlığına hiç tahdîd ve nihâyet peydâ eylememişdir. Ve hiç nisbet ve cihet isbât eylememişdir. Aynada görünen sûret gibidir ki, bu sûretin varlığı vehm mertebesindedir. Ve bu aynada mertebe-i vehmde görünen bir sübûtun, o sûretin aslının sübûtuna hiç müzâheme ve müdafe’ası hâsıl değildir. Ve bu sûretin sübûtu (varlığı), o sûretin aslı olan sübût-ı hâricî de, hiç tahdîd ve nihâyet ve cihet peydâ eylememişdir. "VE LİLLÂHİ MESELÜL’ A’LÂ." (Allahü teâlâ için (zâtının zarûrî olması, ilmi, kudreti, mahlûkların sıfatlarından münezzeh olmak gibi) en yüce sıfat(lar) vardır.) Nahl Sûresi 60. âyet-i kerîmesinin meâli.) O mukaddes mertebede, vücûd var denilmesi, hârici benzetme ve eş gösterme kâbilindendir ki, hâric için orada yer yokdur. Vücûd için o mukaddes mertebede yer yok iken, hârice nasıl yer olsun ki, hâric vücûdun bir kısmı, bir parçasıdır. 3/113
Hak teâlâ, o azamet ve kibriyâsı ile, kulluğa kabûl buyurup, kullarını Cenâb-ı kudsîsine da’vet buyurmuşdur. 1/106
* Hak sübhânehu ve teâlâ hiçbirşeye muhtâç değildir. Kullarına emrleri ve yasakları lütf ve ihsândır. 1/73
* Hak teâlânın fî’l ve irâdesinden râzı olmak ve belki lezzet almak gerekdir. 3/58
* Hak teâlâ afüvvün mecîddir (Çok afv eden, çok acıyan, merhametlidir). 3/18.
* Hak teâlânın fi’li illet ve sebebden hâlidir. (Bir sebebe bağlı değildir. Bir sebeb için değildir.) Fekat hikmet ve maslahatdan hâlî değildir. (Bir hikmeti vardır.) 3/18
* Hak teâlânın ve mâsivâsının delîli yine kendisidir. 1/247
* Hak teâlâ, zât, sıfat ve ef’alde yegânedir (benzersizdir). 3/16
* Hak celle ve âlâdan evvelâ açığa çıkan hazret-i vücûd olup, diğer kemâlât ona tâbi’dir. 3/121
* Hak teâlânın izni olmadıkça, hiçbirşey, hiçbirşeye zarar veremez. 3/3
* Hak teâlânın, ubûdiyyete (rab olmağa) hakkı olmakda şerîkini nef’ etmek, Enbiyânın da’vetine mahsûsdur. Muhâlifler dahî aklî delîl ile vücûb-ı vücûdda şerîki nef’ ediyorlar. (Hak teâlâya ibâdet edilmesini, başka hiçbirşeye ibâdet edilmemesini Peygamberler bildirmişdir. Akl ile anlaşılmaz.) 1/63
* Hak teâlâ için bütün kemâlât sâbitdir. Ve Ondan bütün noksanlıklar uzakdır. Ve bütün varlıklar varlıkda durmakda ve varlıklarını devâmda Ona muhtâçdır. Fâide ve zarar Onun dilemesi ile olur. Onun izni olmadıkça, hiçbir nesne hiçbir nesneye zarar vermeğe kâdir değildir. Bu sıfatlar ile muttasıf olan, ancak Allahü teâlâdır. Zîrâ, başka olmak için farklı olmak lâzımdır. Eğer, kemâl sıfatlar ile muttasıf ve noksan sıfatlardan münezzehdir denilmese (böyle kabûl edilmese) noksan lâzım gelir. 3/3
* Hak teâlâ, mutlak (şeksiz, şübhesiz) ni’met vericidir. Vücûd (var olmak) Onun ihsânı, hayâtda kalmak dahî Onun lutfüdür. Kâmil sıfatlar, Onun (herşeye) şâmil olan rahmetindendir. Hayat, ilm, sem’, basar ve nutk, cümlesi ondan ihsândır. Ve çeşidli ni’metler ve bitmeyen (tükenmiyen) çeşidli keremler Onun feyziyledir. Zorluğu ve şiddeti kaldırmak, düâyı kabûl ve belâyı def’ etmek Ondandır. Bir rızk vericidir ki, yüce merhâmeti ile kullarını rızklandırır. Günâhları sebebi ile (rızklarını) uzaklaşdırmaz ve kesmez. Günâhları örtücüdür. Günâhları sebebi ile kulların nâmûs perdelerini yırtmaz. Onları hesâba çekmekde ve cezâlarını vermekde acele etmez. İyiliklerini dost ve düşmandan uzak eylemez. Bu ni’metlerin en büyüğü ve en üstünü islâma da’vetdir ki (da’vet buyurmasıdır ki), ebedî hayât (se’âdet) ona bağlıdır. Ve rızâ-ı Mevlâ ona bağlıdır. Bütün mahlûkâtın iyilikleri, Onun güc vermesi ve mümkin kılması iledir. Ni’met verene şükr etmek, akl ile de açıkca anlaşılmakdadır. Hak sübhânehu, kemâl sıfatlar ile muttasıf ve noksan sıfatlardan berîdir ve kullar ise, ayb kirlerine ve noksanlık lekelerine bulaşmış olduğundan, Onunla hiç münâsebeti yokdur. Kulların iyi bildikleri ba’zı işler, hakîkatde çirkin olabilir. Hak teâlâya hürmet ve şükr şeklleri, Ondan bildirilmedikce, Onun şükrüne lâyık ve Onun kabûl edeceği bir ibâdet olamaz. Ona ta’zîm şeklini islâmiyyet bildirmişdir. Şu hâlde Hak teâlânın şükrünü edâ eylemek, kalben ve bedenen ve i’tikâden ve amelen, islâmiyyetin emrlerini yerine getirmeğe bağlıdır. Allahü teâlâya, islâmiyyetin dışında yapılacak hürmete ve ibâdete güvenilemez. 3/22
* Hak teâlânın feyzleri devâmlı, gerek mülk ve evlâd kısmından ve gerek hidâyet ve irşâd cinsinden, havâs (seçilmiş) ve avâm, yüksek ve aşağı (kimseler) üzerine fark gözetmeksizin gelmekdedir. Farklılık bu feyzleri kabûl etmek ve etmemek bakımındandır. 1/164
* Hak teâlâ cemîl-i mutlakdır. Cemîl-i mutlakdan gelen herşeyi eğer ki, celâl ile dahî açığa çıksa, güzeldir. 3/36.
* Hak teâlâ, hayrı da şerri de diler. Ve her birini yaratır. Ammâ, hayrdan râzıdır. Ve şerden râzı değildir. 1/266
* Hak teâlâ, insana gücü yetmiyeceği şeyi emr etmemişdir. Hep kolaylığı murâd eder. 1/266
* Hak teâlânın, ilm-i ilâhîsinin, kendisine de teâlluku vardır. Kendini de şân-ül-ilm ile âlimdir. 3/113.
* Hak teâlâ herkese, zan etdiği gibi mu’âmele buyurur. (Kullarım beni zan etdikleri gibi bulur). Hadîs-i kudsî.) 1/216
* Hak teâlânın kullarına cezâsı, günâhları mikdârıncadır. Eğer günâh gizli ise ve günâhkâr kimse, günâhından (tevbe edip) Ona sığınıyor ve yalvarıyorsa, o günâha dünyevî belâların keffâret olunması mümkindir. Eğer günâh şiddetli ve büyük ise ve günâh işleyen inâdcı ve kibrli ise, o günâha âhıretde cezâ verilir ki, bu cezâ şiddetli ve devâmlıdır. 2/99


(Mektubat-ı Rabbani)
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt