Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Hz. Eyyûb -aleyhisselâm

beyza

New member
Katılım
26 Eyl 2007
Mesajlar
169
Tepkime puanı
6
Puanları
0
Yaş
41
Ya'kûb -aleyhisselâm-'ın kardeşi Iys'ın neslindendir. Şam civârında yaşamıştır. Kendisine az sayıda kişi îmân etmiştir.

Dedesi Hazret-i İshâk -aleyhisselâm-'ın duâsı bereketiyle Allâh Teâlâ kendisine çok mal, mülk ve evlâd verdi. Hizmetçileri, tarlaları ve hayvanları çok boldu. Fakir, yetim ve dullara çok yardım eder, sofrasında fakir bulundurmadıkça yemek yemez, Allâh'ın kendisine verdiği nimetleri misâfirlere ikrâm etmeyi ziyâdesiyle severdi.

Ömrünün başlangıcında zengin, ortasında fakir ve garîbdir; sonunda ise şükrü ve darb-ı mesel hâline gelen sabrının netîcesinde tekrar ihsân-ı ilâhîye gark olmuştur. Cenâb-ı Hak, onun sabırdaki tahammülünü şu şekilde senâ eder:

“...Gerçekten Biz Eyyûb'u sabırlı (rızâ hâlinde bir kul) bulmuştuk. O, ne iyi kuldu! Dâimâ Allâh'a yönelirdi.” (Sâd, 44)

Eyyûb -aleyhisselâm- Şam civârında yaşayan insanlara peygamber olmuştur. Kur'ân-ı Kerîm'de ilâhî vahye mazhar bir peygamber olduğu şöyle bildirilir:

“ (Habîbim!) Biz Nûh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Ve (nitekim) İbrâhîm'e, İsmâîl'e, İshâk'a, Ya'kûb'a, esbâta (torunlara) , Îsâ'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Hârûn'a ve Süleymân'a vahyettik…” (en-Nisâ, 163)

“...Daha önce de Nûh'u ve O'nun soyundan Dâvûd'u, Süleymân'ı, Eyyûb'u, Yûsuf'u, Mûsâ'yı ve Hârûn'u doğru yola (peygamberliğe) iletmiştik. Biz ihsân sâhiplerini işte böyle mükâfâtlandırırız.” (el-En'âm, 84)


İmtihan, Sabır ve Mükâfât


Eyyûb -aleyhisselâm-'ın mal-mülk zenginliği, evlâdları ve nâil olduğu bütün nîmetler imtihân-ı ilâhî olarak birer birer elinden alındı. Ardından ağır bir hastalığa dûçâr oldu. Ancak Hakk'a tevekkül ve teslîmiyeti ile, bedenine, malına ve evlâdına gelen musîbetlere karşı büyük bir sabır göstererek ilâhî takdîre râzı oldu.

O'nun dillere destân olan sabır ve teslîmiyeti, bir ibret numûnesi olarak insanlık târihine geçti.

Eyyûb -aleyhisselâm-'ın imtihânı peygamberlik devresine âittir. Başına gelen her türlü musîbet imtihânına, mel'ûn şeytan sebep kılınmıştır. O'ndaki fazîleti hazmedemeyen iblîs, insan kılığına girerek halk arasında:

“–Bu kadar nîmet ve bolluk içinde kulluk yapmak kolaydır. Eyyûb'u bir de darlık ve belâ ânında iken görmeli!..” diyor ve devamlı olarak O'nun îtibârını zedelemek istiyordu.

Bunun üzerine Allâh Teâlâ da, Eyyûb -aleyhisselâm-'ın kendisine olan tevekkül ve teslîmiyetini izhâr etmek için bu sevgili peygamberine çeşitli musîbetler verdi.

Cenâb-ı Hak, Eyyûb -aleyhisselâm-'ı imtihân etmeyi murâd edince, ilk olarak mallarını elinden aldı. Bir sel ile koyunlarını, bir rüzgar ile de ekinlerini mahvetti. Şeytan, çoban kılığına girerek hemen Hazret-i Eyyûb'a koştu. Eline geçen fırsatı değerlendirecekti. Ağlaya ağlaya olup biteni O'na haber verdi:

“–Ey Eyyûb! Büyük bir felâket oldu. Allâh Teâlâ senin bütün mal ve mülkünü telef etti.” dedi.

Hazret-i Eyyûb, bu haber karşısında telâşlanmadan, büyük bir tevekkül ve sükûnet içinde Rabbine hamd etti ve insan kılığına girmiş bulunan şeytana:

“–Mal ve mülkü bana Rabbim vermişti. Şimdi de aldı. Yegâne sâhip O'dur! Dilerse verir, dilerse alır!..” dedi.

Bu söz ve tavırlar, şeytanı perişan etmeye yetmişti.

Daha sonra ise Eyyûb -aleyhisselâm-'ın ders okumakta olan çocukları bir zelzele ile vefât etti. Şeytan bu sefer de feryâd ü figân ederek Hazret-i Eyyûb'un yanına geldi. O'nu isyân ettirmek için gözlerinden seller gibi yaşlar döküp:

“–Ey Eyyûb! Allâh Teâlâ evini bir zelzele ile yıktı. Bütün çocuklarını elinden aldı. Onların canhıraş feryadları dayanılacak gibi değildi. Sen hâlâ duruyor musun?” dedi ve hâdiseyi o kadar acıklı bir şekilde nakletti ki, Hazret-i Eyyûb'un tevekkül ve teslîmiyet ile yoğrulmuş kalbindeki merhamet hissiyâtı taşarak mübârek gözlerinden yaş geldi. Ancak bu imtihân karşısında da büyük bir sabır göstererek ilâhî tecellîye rızâ gösterdi.

Maksadına yine nâil olamayan şeytan öfkeden kudurdu. Yine birşeyler demek üzere idi ki Hazret-i Eyyûb:

“–Ey mel'ûn! Sen iblîs'sin ve beni Rabbime karşı isyâna teşvîk etmek istiyorsun! Bilesin ki evlâdlarım birer emânetti. Sâhibi geri aldı! Veren O, alan O; niçin incineyim? Ben, her ahvâlde Rabbime hamd eden bir kulum!” dedi.

Sâlih kulların Hakk'a teslîmiyetini, Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri bir beytinde ne güzel dile getirir:

Alan Sen'sin veren Sen'sin kılan Sen;

Ne verdinse odur; dahî nemiz var!..

Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- şöyle buyurmuştur:

“(Üvey babam) Ebû Talha'nın bir oğlu ölmüştü. O sırada kendisi dışarda bulunuyordu. Hanımı Ümmü Süleym, oğlunun öldüğünü görünce, onu yıkayıp kefenledi ve evin bir tarafına koydu. Derken Ebû Talha geldi ve:

«–Çocuk nasıl oldu?» diye sordu.

Hanımı:

«–Sâkinleşti; ben onun istirahat etmiş olmasını umuyorum!» dedi.

Nihâyet sabah olunca kocası Ebû Talha boy abdesti aldı. (Hazırlanıp) dışarı çıkmak istediği sırada, hanımı ona çocuğun vefât ettiğini haber verdi. (Büyük bir teessüre kapılarak evinden ayrılan) Ebû Talha, (hemen) Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in yanına gitti ve O'nunla birlikte namaz kıldı. Sonra olup bitenleri Peygamber -aleyhisselâm-'a anlattı. Bunun üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«–Umarım ki Allâh Teâlâ, bu gecenizi sizin için bereketli kılmıştır.» buyurdu.” (Buhârî, Cenâiz, 42, Edeb, 116)

Enes bin Mâlik Hazretleri'nin anlattığı bu hâdise, Ümmü Süleym'in zekâ, takvâ ve bilhassa Cenâb-ı Hakk'a teslîmiyetini göstermektedir. Bu hâdise, ana-baba, evlâd, mal-mülk gibi bütün varlıkların ancak bir emânet olduğunu ve sâhibinin gerektiğinde geri aldığını ne güzel îzâh eder. Sanki Ümmü Süleym, Ebû Talha'ya hâl lisânı ile:

“–Yavrumuz, onu bize gönderen kudret tarafından geri çağrıldı. Bir müddet sonra onunla kıyâmette tekrar buluşacağız. Üzülme ve sesini çıkarma! Hak'tan râzı ol!..” demekteydi.

Nitekim Cenâb-ı Hak, Ümmü Süleym'e kısa bir müddet sonra nur topu gibi bir yavru ihsân etti. İsmi de Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tarafından Abdullâh olarak konuldu.

***

Allâh Teâlâ, Eyyûb -aleyhisselâm-'a son olarak Kur'ân-ı Kerîm'de ismi belirtilmeyen bir hastalık 1 verdi. Hastalığı o derece arttı ki, hiç kimse yanına uğramaz oldu. Yalnız, şefkat timsâli hanımı Rahîme Hâtun, eşsiz bir sadâkat ve vefâ örneği sergileyerek O'nun hizmetine devâm etti. El işi yaparak maîşet te'mînine çalıştı. Her türlü hizmeti severek îfâ etti.

Eyyûb -aleyhisselâm-, bu hastalığında da hâlinden şikâyetçi olmadı. Rabbine sığınarak sabretti, hamd ü senâsına devâm etti. Nebevî bir edeb göstererek hastalık ve yorgunluğunu şeytana izâfe etti. Bu hâl, âyet-i kerîmede şöyle bildirilmektedir:

“ (Rasûlüm!) Kulumuz Eyyûb'u da an! O, Rabbine: «Doğrusu şeytan, bana bir yorgunluk ve eziyet verdi.» diye seslenmişti.” (Sâd, 41)

Çünkü şeytan, Eyyûb -aleyhisselâm-'ın güzel hâline hased edip kendisine musallat olmak iştemişti. Fakat Eyyûb -aleyhisselâm- her şeyin Allâh'tan olduğunun idrâki, tevekkülü ve teslîmiyeti içindeydi.

Eyyûb -aleyhisselâm-'ı şükür, hamd ve rızâ hâlinden uzaklaştırma husûsunda bütün çabaları boşa giden şeytan, bu defa şehir halkına vesvese vermeye başladı:

“–Aman Rahîme ile görüşüp kendisine yardımcı olmayın! Yoksa Eyyûb'un hastalığı size de geçer! Derhal onu şehrinizden kovun!” dedi.

Şehir halkı da bu fesâda meylederek Rahîme'ye:

“–Eyyûb'la beraber burayı terk edin! Yoksa sizi taşlayarak öldürürüz!” diye tehdîd ettiler.

Rahîme Hâtun, çâresiz kalarak Hazret-i Eyyûb'u sırtına aldı ve oradan ayrıldı. Şehir dışında bir yer edindi. Eyyûb -aleyhisselâm-'ın altına kumlar yayıp başına taştan yastık koydu. Sonra da küçük bir kulübe yaptı ve hizmetine sadâkatle devâm etti.

Allâh'ın sabırlı peygamberi Hazret-i Eyyûb bu durumda bile, oradan gelip geçenlere “emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker”de bulunuyordu.

Zevcesi Rahîme Hâtun, geçimlerini temin için şehirdeki hanımlara iplik bükmekteydi. Bir ara efendisine:

“–Sen bir peygambersin! Allâh Teâlâ'dan sıhhat ve âfiyet istesen de bu dertleri Sen'den alsa!” deyince Eyyûb -aleyhisselâm-:

“–Sıhhat ve âfiyetle geçen günlerimiz ne kadardı?” diye sordu.

Rahîme Hâtun:

“–****en yıl idi.” dedi.

Bunun üzerine Hazret-i Eyyûb:

“–Ey Rahîme! Şiddet ve belâ zamânı sıhhat ve safâ süresi kadar olmadan Cenâb-ı Mevlâ'ya şikâyet etmekten hayâ ederim. Allâh Teâlâ, bizlere nîmetler verirken (râzı oluyoruz da), O'ndan gelen belâlara niçin sabretmeyelim?!” dedi.

Hazret-i Eyyûb'un bu tahammül ötesi sabrı, âyet-i kerîmede medhedildiği gibi, hadîs-i şerîfte de senâ buyrulmuştur:

“Hazret-i Eyyûb, insanların en halîmi, en sabırlısı ve en çok gazabını (öfkesini) yeneni idi.” (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef , III, 201)

O'nun Hakk'a karşı rızâsı tam ve kusursuzdu. Sanki şu şiir, O'nun yüksek sabır ve teslîmiyet hâlini yansıtmaktadır:

Hoştur bana Sen'den gelen,

Ya gonca gül, yâhut diken,

Ya hil'at ü yâhut kefen,

Nârın da hoş, nûrun da hoş!..

***

Eyyûb -aleyhisselâm-'a vesvese veremeyen şeytan, bu sefer hanımı Rahîme Hâtun'a musallat oldu. İkide bir onun önüne çıkıyor ve aklını çelmeye çalışıyordu. Rahîme Hâtun da, bunları Hazret-i Eyyûb'a naklediyordu. Eyyûb -aleyhisselâm- ise hanımına:

“_Ey hanım! O senin yoluna çıkan iblîs'tir. Dikkatli ol; seni vesvese ile benden ayırmak istiyor!..” diyerek îkâzda bulunuyordu.

Rahîme Hâtun, Yûsuf -aleyhisselâm-'ın torunlarından idi. Kendisinde ceddi Yûsuf'un güzelliğinden bir akis vardı. Civârında ondan daha güzeli yoktu. Bunun için şeytan, birgün onun karşısına yakışıklı bir kişi sûretinde çıktı:

“_Senden daha güzel birini görmedim.. Ben şu yakın köydenim. Servetimin de hadd ü hesâbı yoktur...” dedi.

Rahîme Hâtun Rabbine sığınarak:

“_Ben hasta olan Eyyûb Peygamber'in hanımıyım. O'na hizmet etmekteyim. Ve ben, o şerefli peygamberden başkasına aslâ meyletmem...” dedi ve yürüyüp gitti.

Rahîme Hâtun, Hazret-i Eyyûb'un yanına döndüğünde, olup biteni anlattı. Hazret-i Eyyûb bu sözlerden sıkıldı. Hiddetle:

“–Ey Rahîme! Ben sana ondan sakınmanı söylemiştim. Eğer sıhhate kavuşursam, sana yüz sopa vuracağım!” diye yemîn etti.

Eyyûb -aleyhisselâm-'ın hastalığı gün geçtikçe şiddetlendi. Bu durum O'nun peygamberlik vazîfesini yapmasına mânî olmaya başladı. O da yüce dergâha ellerini açtı ve:

“…Bana gerçekten hastalık isâbet etti. Sen merhametlilerin en merhametlisisin!” (el-Enbiyâ, 83) diyerek, ilâhî merhametin kendisi üzerine tecellî edip şifâ bulması için kalben Cenâb-ı Hakk'a yöneldi.

Eyyûb -aleyhisselâm-'ın bu şekilde duâ etmesinin sebebi husûsunda tefsîrlerde değişik rivâyetler bulunmaktadır:

İmâm Câfer es-Sâdık buyurdu ki: “Musîbet müddeti uzayınca şeytan: «Ey Eyyûb! Hastalıktan kurtulmak istersen, bana secde et!» dedi. Hazret-i Eyyûb'un kalbi gâyet mahzûn oldu ve: «Hastalıktan değil, düşmanın harîs olmasından rahatsızım.» deyip Rabbine: «Bana bu hastalık isâbet etti.» dedi.”

Diğer bir rivâyet: Kendisine îmân etmiş bulunan birkaç kişi: « Eğer bunda hayır olsaydı, bu belâya dûçâr olmazdı!» demişti. Nâdânların bu sözleri de, Hazret-i Eyyûb'u son derece rencide etmişti.

Diğer bir rivâyet: Rahîme Hâtun çâresizlik içinde kalarak yiyecek almak için elbisesini satmıştı. Eyyûb -aleyhisselâm- bunu öğrenince büyük bir üzüntüyle Rabbine ilticâ etti.

Diğer bir rivâyet: Cebrâîl -aleyhisselâm-, Hazret-i Eyyûb'a gelerek: «Hak Teâlâ'nın hazînesinde musîbet imtihânı çoktur. Onlara tâkat getiremezsin. Sen Allâh'tan âfiyet talebinde bulun!» demiş ve şifâyâb olması için Cenâb-ı Hakk'a duâ etmesini söylemişti.

Rivâyete göre, bir kimse Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in mescidine girdi ve Eyyûb -aleyhisselâm- ile alâkalı bazı suâller sordu. Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ağladılar ve şöyle buyurdular:

“Allâh Teâlâ'ya yemîn ederim ki, Eyyûb belâdan inlemedi, sızlanmadı. Lâkin yedi sene, yedi ay, yedi gün, yedi gece o belâda kaldı. Ayakta namaz kılmak istedi; duramadı, düştü. Hak yolundaki hizmetinde kusur görünce: «Bana gerçekten hastalık isâbet etti» dedi.” 2

Hazret-i Eyyûb'un ifâdeleri görünüşte sızlanma gibi ise de, gerçekte bir duâ idi. Çünkü sızlanma, insanlara yapılan şikâyete denir. Allâh Teâlâ'ya yöneliş, bir sızlanma değildir. Nitekim Ya'kûb -aleyhisselâm- da, oğlu Yûsuf -aleyhisselâm-'ın ayrılık ıztırâbı ve hasreti ile büyük bir elem içindeydi ve âyet-i kerîmede buyrulduğu gibi: “Dedi ki: Ben bütün kederimi ve hüznümü ancak Allâh'a arz ediyorum. Ve ben, sizin bilemeyeceğiniz şeyleri de Allâh tarafından (vahiy ile) biliyorum.” (Yûsuf, 86)


1. Kur'ân-ı Kerîm'de hastalığın ismi belirtilmemiştir. Çünkü burada esas anlatılmak istenen hastalık değil, Eyyüb -aleyhisselâm-' ın sabrı ve her hâlükârda Allâh'tan râzı olmasıdır.

2. Bkz. Kurtubî, Tefsîr , XI, 323, 327.


Hastalıktan Kurtuluş


Rahîme Hâtun, yiyecek aramaya çıkmıştı. Bu arada Cebrâîl -aleyhisselâm- gelerek Cenâb-ı Hak'tan:

“–Ey Eyyûb! Belâ verdim, sabrettin.. Şimdi de tekrar sıhhat ve nîmet vereceğim!” haberi ile şu emri getirdi:

“Ayağını yere vur! İşte yıkanacak ve içilecek soğuk bir su!” (Sâd, 42)

Eyyûb -aleyhisselâm-, ilâhî emir mûcibince ayağını yere vurdu. Hemen bir pınar fışkırdı. O da bu su ile yıkandı ve böylece mûcize olarak iç ve dış hastalıklarının hepsinden kurtuldu.

Bir başka rivâyete göre, Eyyûb -aleyhisselâm- ayağını yere vurduğunda biri sıcak, diğeri soğuk iki kaynak çıkmış, O da, sıcak olan suyla yıkanmış, soğuk olandan da içmiştir.

Âyet-i kerîmede “Ayağını yere vur!” diye emredilerek, mûcizede bile kulun gayret, emek ve teşebbüsünün bulunmasının taleb edilmesi dikkat çekicidir. Demek ki kulun, sebeplere sarılmakta kusur etmemesi, oturup sâdece duâ ile yetinmemesi gerekir. Ayrıca duânın îcâb ve şartlarını da yerine getirmek lâzımdır. Bu emir, Meryem kıssasındaki “Hurmanın dalını kendine doğru silkele!..” (Meryem, 25) emrine benzer. Ayrıca:

“…O'na ancak güzel sözler yükselir. Onu da (Allâh'a) sâlih amel yükseltir!..” (Fâtır, 10) ifâdesini hatırlatır.

Nitekim Eyyûb -aleyhisselâm-'ın büyük bir edeb ve tâzîm içinde Cenâb-ı Hakk'a yönelişi netîcesinde duâsı kabûl olmuş ve kendisine şifâ, rahmet ve lutuf kapıları açılmıştı. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Bunun üzerine Biz, tarafımızdan bir rahmet ve kulluk edenler için bir hâtırâ olmak üzere O'nun duâsını kabûl ettik. Kendisinde dert ve sıkıntı olarak ne varsa giderdik ve O'na âile efrâdını, ayrıca bunlarla birlikte bir mislini daha verdik.” (el-Enbiyâ, 84)

Hazret-i Cebrâîl, sıhhati iâde edilen Eyyûb -aleyhisselâm-'ın başına Allâh'ın emri ile bir tâc koydu. Güzel elbiseler giydirdi. Lutuf bulutu geldi ve üstüne altın parçacıkları serpildi.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:

“Eyyûb, mûcizeli suda yıkandığı sırada, önüne bir sürü altın çekirge düşmüştü. Eyyûb, bunları hemen toplayıp elbisesine doldurmaya başladı. Bunun üzerine Allâh Teâlâ:

«–Ey Eyyûb! Görüyorsun, Ben malını sana iâde etmek sûretiyle seni zengin kılmadım mı?» buyurdu. Hazret-i Eyyûb:

«–Evet yâ Rabbî! Beni o sûretle zengin kıldın. Fakat Sen'in hayır ve bereket hazînelerinden müstağnî kalamam. Bu sebeple ind-i ilâhîden her ne buyrulursa kabûlümdür. Çünkü veren Sen'sin, Sen'in verdiğin şeyi nasıl reddederim?!» dedi.” (Buhârî, Gusl, 20; Enbiyâ, 20; Nesâî, Gusl, 7)

Bu sırada Rahîme Hâtun şehirden döndü. Hazret-i Eyyûb'u tanıyamadı. O'nun kaybolduğunu zannederek sahrâya koştu. Feryâd edip ağladı. Eyyûb -aleyhisselâm- seslendi:

“–Ey hanım! Kimi arıyorsun?”

“–Bir hastam vardı, hayat arkadaşım idi. Bu kadar sıkıntı çekmiş iken, şimdi o hazîneyi yitirdim...”

“–O nasıl bir kimse idi.”

“–O sabırlı Eyyûb'du. Sağlıklı iken sana benzerdi.”

“–Ey Rahîme! İşte o benim. Allâh Teâlâ, bana sıhhat verdi.”

Her ikisi de sevinçle ağlaşarak Cenâb-ı Hakk'a şükürde bulundular.

Eyyûb -aleyhisselâm-, artık eski gençlik ve dinçliğine kavuşmuştu. Buna ilâveten Allâh Teâlâ, O'na evvelkinden daha fazla mal ve evlâd ihsân etti:

“Biz'den bir rahmet ve akl-ı selîm sâhipleri için de bir ibret olmak üzere, O'na hem âilesini, hem de onlarla beraber bir mislini bağışladık.” (Sâd, 43)

Nihâyet Eyyûb -aleyhisselâm- ve âilesi, darmadağın bir hâlde iken tekrar bir araya toplandı. Eskisinden daha büyük lutuflara nâil kılındı.

Hazret-i Eyyûb -aleyhisselâm-, hastalıktan âfiyete kavuşmuş olarak geçirdiği ilk gecenin sabahında derinden bir «ââh!» çekti. Sebebini sordular. Dedi ki:

“–Her gece seher vaktinde: «Ey bizim hastamız, nasılsın?» diye bir ses duyardım. Şimdi yine o vakit geldi, fakat: «Ey bizim sıhhatli kulumuz, nasılsın?» sesini duymadım. Bunun için ağlıyorum.”



Rahîme Hâtun'un Hizmetinin Mükâfâtı


Rivâyete göre Eyyûb -aleyhisselâm-, hanımının bir hatâsından dolayı sıhhate kavuştuğunda ona yüz değnek vurmaya yemîn etmişti. Ancak zevcesinin O'na karşı hizmet ve fedâkârlığı büyüktü. Bu sebeple Allâh Teâlâ, yüz tâne ekin sapından oluşan bir demetle bir kere vurulmasını kâfî görerek onlara merhamet buyurdu ve şöyle emretti:

“Eline bir demet sap al da onunla vur; yemînini böyle yerine getir. Gerçekten biz Eyyûb'u sabırlı (bir kul) bulmuştuk. O, ne iyi bir kuldu! Dâimâ Allâh'a yönelirdi.” (Sâd, 44)

Âyet-i kerîmedeki ruhsat, şer'î cezâ ve yeminlerde “Eyyûb ruhsatı” adıyla bâkî kalmıştır. Âyette bu demetin, ne demeti olduğu açıkça belirtilmediği için daha başka mânâlara da hamledilmiştir. Yâni bu emir, yalnız o ruhsatı göstermekle kalmamış, aynı zamanda eli altında bir cemâat kurulması gerektiğine de işâret etmiştir.


RIZÂ


“Gerçekten Biz Eyyûb'u sabırlı (rızâ hâlinde bir kul) bulmuştuk. O, ne iyi bir kuldu! Dâimâ Allâh'a yönelirdi.” (Sâd, 44)

Mâsivâ, yâni Allâh'tan gayrı bütün varlıklar, en basitinden mükemmeline doğru bir hiyerarşiye tabî olarak yaratılmıştır. Bu hiyerarşinin zirve noktası insandır. Çünkü o, Rabbin bütün sıfatlarından nasîb alan ve bu yüzden de kendisinde zıtlıkları cem eden bir varlıktır. Yâni iki ayrı ve zıt kutup olan hayır ve şer temâyülü ile techîz olunmuştur. Allâh Teâlâ'da zât-ı ulûhiyyetine mâlûm bir vasıfta ve sükûnet hâlinde bulunan zıtlıklar, insanda ebedî bir çatışma hâlindedir.

Eğer insan, irâdesini müsbet temâyülleri geliştirmek istikâmetinde kullanabilir ve kalb tasfiyesi netîcesinde şahsiyetinde hayrın galebesini sağlayabilirse, bundaki başarısı nisbetinde Rabbine yaklaşır. Buna muvaffak olan gönüller, yolun sonuna varan bir gurbet yolcusu gibi, âdeta matlûbuna kavuşmanın saâdet ve heyecanını yaşarlar. Böylece kul ile Allâh arasındaki mesâfe kısalarak hayâtın “gurbet” olma vasfı âdeta kaybolur. İdrâkte, en derin ve en köklü ıztırâbın kaynağı olan Allâh'tan uzak olmanın doğurduğu elemler, aslında hep aynı kalsa bile azalmaya başlar. Hattâ bu temel ıztırâbın üstüne ilâve edilen beşerî ıztırâbın doğurduğu kederler dahî, Rab ile beraber olmanın hazzı ve sürûru içinde âdeta hissedilmez hâle gelir. Dünyevî elem ve ıztıraplar, sanki narkoze edilmiş olur.

Bu safhada ıztıraplar, Rabbin bir iltifâtı şeklinde telâkkî olunarak sürûra döner. Rûhu istilâ eden bu sürûrun şümûlü, bazen maddî olan bedeni bile ihâta eder. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-'ın, baldırına saplanmış olan bir oku, Rabbe en yakın olduğu namaz ânında çıkarttırmasındaki incelik, bunun pek bâriz bir misâlidir.

İdrâk, kalb tasfiyesi ve nefs tezkiyesi netîcesinde seviye kazanınca, aldatıcı ve fânî eşyânın esâretinden kurtulup Hakk'a râm olur. İnsanoğlu, her oluşta ilk sebebe doğru uzayıp giden bir sebepler zincirinin varlığını fark eder. Ve idrâki kemâle erdiğinde de, müsebbibü'l-esbâba (sebepleri yaratan Allâh Teâlâ'ya) kadar intikâl eder. O zaman büyük bir neş'e ve istiğrak içinde:

“Hoştur bana Sen'den gelen,

Ya gonca gül, yâhud diken!”

beytindeki inceliğe erer. Bu hâle gelen kimselerin kalb gözleri açıldığından sebep ve vâsıtalara ehemmiyet vermezler. Hakîkî ve nihâî müsebbib ve sanatkârda, yâni Hâlık Teâlâ'da fânî olmaya gayret ederler. Bu kemâle ulaşamayanlar ise, ara sebeplerden birine takılır kalırlar. O sebepler, gönle bir olta olan Leylâlar mesâbesindedir ki, çoğu kez Mevlâ'ya vuslata manî olurlar.

Nefsânî ve dünyevî temâyülleri aşan dertli Yûnus, gönlün merhalelerini ve kendisinin Hak'ta fânî oluşunu ne güzel ifâde eder:

Sûfîlere sohbet gerek,

Ahîlere ahret gerek,

Mecnûnlara Leylâ gerek,

Bana Seni gerek Seni!..

Bu kemâle ulaşmanın en feyizli vâsıtası, birer ıztırap kaynağı olan iptilâlardır. Bundan dolayıdır ki hadîs-i şerîfte de ifâde buyrulduğu gibi insanların iptilâlara en çok muhâtap olanları, peygamberlerdir. Çünkü onlar, ümmetlerine numûnedirler. Vazîfeleri îcâbı Rabbe en yakın bir mevkîde bulunmak durumundadırlar ki, bu yakınlık mevkiinin zemîni de, dosta bağlılık derecesini ölçen iptilâlardır. Nitekim aşırı sürûr ve aşırı ıztırap gibi nefse tuzak olan uç noktalara sürüklenmeyip “rızâ” ve bunun netîcesi olan “sabır ve tevekkül” sâhibi olmaları sâyesinde, peygamberlerde hayâl edilmez bir tahammül müşâhede olunur.

Ashâb-ı kirâmdan Ebû Said el-Hudrî -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hasta iken O'nu ziyârete gitmiş ve O'nun ne büyük acılara sabırla katlandığını bizzat müşâhede etmiştir. O şöyle anlatıyor:

“Elimi Allâh Rasûlü'nün üzerine koydum, harâretini tâ yorganın üstünden hissediyordum.

«–Yâ Rasûlallâh, harâretiniz çok fazla!» dedim.

«–Biz (peygamberler) böyleyiz. Belâlar bize kat kat gelir, buna mukâbil mükâfatları da kat kat verilir.» buyurdu.

«–Ey Allâh'ın Rasûlü! İnsanların en çok belâya mâruz kalanları kimlerdir?» diye sordum.

«–Peygamberler!» buyurdu.

«–Sonra kimlerdir?» dedim.

«–Sonra sâlihler!” buyurdu ve ardından şöyle bir îzahta bulundu: «Onlardan biri fakirliğe öyle mübtelâ olur ki kendini örten bir abâdan başka bir şey bulamaz. Onlar, sizin bolluğa sevindiğiniz gibi belâya sevinirler.» ” (İbn-i Mâce, Fiten, 23)

Bunun içindir ki, gönle sürur veren tecellî ve hâdiseler karşısında râzı olup da gam ve kederden hoşnudsuzluk aslında doğru değildir. Fakat insan, kemâlâtın zirvesine varmadıkça, bu beşerî zaaftan kolay kolay kurtulamaz. Hazret-i Ya'kub, oğlu Hazret-i Yûsuf'un hasret ve ıztırâbını sînesine gömebildi ve: “Bana sabr-ı cemîl düşer!” diyebildi ise, O, bunu peygamberlik sâyesinde sâhip olduğu müstesnâ kemâlâta borçlu idi. Gerçekten O, hâlini Rabbinden başka kimseye açmadı. Böylece hasreti, netîcede vuslata inkılâb etti.

Rivâyete göre Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cebrâîl -aleyhisselâm-'a sordu:

“_Ya'kûb'un Yûsuf'a hicrânı ne dereceye varmıştı?”

Cebrâîl -aleyhisselâm-:

“_Evlâdını kaybeden yetmiş annenin toplam hicrânına!” dedi.

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“_O hâlde O'nun sevâbı ne kadardır?” deyince, o da:

“_ Yüz şehîd sevâbıdır. Çünkü O, Allâh'a bir an bile sû-i zanda bulunmadı...” dedi. (Süyûtî, ed-Dürrü'l-Mensûr, IV, 570)

Yâni çekilen gam ve çileler, hayatta mes'ûd olmaya mânî gibi görünürse de, öyle değildir. Sabretmesini, Allâh'tan gelenlere rızâ göstermesini bilenler için belki daha büyük bir sürûra ulaşmak içindir.

Hazret-i Mevlânâ, bu hâli veciz bir sûrette ifâde eder:

“Gam eli, gönül dalından sararmış yaprakları silkeler. Yerine, daha latîf, daha taze sürûr yaprakları gelir.”

***

Gam, çile ve ıztırap, nefsânî temâyülleri zaafa uğratan ve netîcede insan rûhunu yücelten en büyük müessirlerdendir. Bundan dolayıdır ki, insanlara yol göstermeye memur olan gönül erleri, mutlakâ şiddetli bir ıztırâbın haddesinden geçerler. Iztırâbın en kazandırıcı vâsıtası ise, aşktır. Bu sebepledir ki Şâir Fuzûlî:

“Yâ Rab, belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni,

Bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beni!”

demiştir.

Ehlullâh nazarında gam ve sürûr, ikiz kardeştir. Gönül ehli, bu sürûr ve ıztırapların niçin verildiğini iyi bilirler. Dolayısıyla dâimâ büyük bir teslîmiyet içindedirler. Gönlünü bu hakîkatin sırrı içerisinde yoğuran şâir Dertlî, derdini ne güzel terennüm eder:

Aşk oduna yanmış ciğer kebâbız,

Hecr ile ağlamış dîde pür-âbız,

Yıkılmış yapılmış hâne-harâbız,

Âbâd olsak da bir, olmasak da bir!

Nitekim Mûsâ -aleyhisselâm-'ın asâsının karşısında acze düşen sihirbazlar:

“Biz Mûsâ ve Hârûn'un Rabbine secde ediyoruz!” dediler.

Firavun, onları tattıracağı ıztırap ile tehdîd etti:

“_Kollarınızı ve ayaklarınızı çapraz kestirerek hurma dallarına asarım! Ölümün en acı şeklini sizlere tattırırım!” dedi.

Sihirbazlar ise cevâben:

“_Senin fiilin (çektireceğin ıztırap), bize bir zarar veremez! Nasıl olsa Rabbimize döndürüleceğiz!” diyerek dünyevî ıztırapların gel-geç ve fânî olduğunu ahmak Firavun'a telkîn ettiler ve onun tehditlerine meydan okudular. Çünkü büyük bir hakîkate ulaşmanın rûhî sürûru, -evvelce de temas edildiği gibi- dünyevî ıztırapları idrâkte küçültür ve ehemmiyetsiz kılar.

Önce ülü'l-azm bir peygamber ile müsâbakaya çıkan sihirbazlar, yüce hakîkati idrâk edince, büyük bir îman vecdi içinde Mûsâ -aleyhisselâm-'ı tasdîk ettiler. Büyük bir îmân heyecanı ile şehâdet şerbetini içmeyi tercîh ettiler. Dünyâya âit ıztıraplara büyük bir tevekkülle meydan okuyarak, ilâhî sonsuzluk yolculuğunun seyyâhı oldular. Böylece işkence gibi gözüken bir zulüm, onlar için ebedî kazanç vâsıtası oldu. Hak'tan gelen kahrı da lutuf olarak kabûllenen sâlihlerden oldular.

Firavun ise, iblîs gibi gurûruna mağlûb olarak aşikâr hakîkati inkâra devâm etti. Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, inat derecesinde küfre saplanmış münkirlerin hâlini şöyle tasvîr eder:

“Eğer dikkat edersen, hiçbir münkirin inkârı sırf inkâr için değildir.”

“Belki hasedinden dolayı hasmını kahretmek, yâhud kendisini üstün göstermek içindir.”

***

Sâdıklar için Hakk'ın cefâsı, bu geçici hayâl ve serap âleminin sürûr ve bayramlarından bin kere evlâdır! Onlar, avâmın yöneldiği lutuf zannedilen şeylerden el çekmişlerdir. Hazret-i Mevlânâ güzel tasvirlerine devamla der ki:

“Avâm için tamamiyle lutuf olan şeyler, nâzenînler, yâni ehlullâh için kahırdır.”

“Şu hâlde halk, belâ ve elem çekmeli ki, bunlar arasındaki farkı anlasın!..”

Ehlullâhın bulundukları rızâ makâmını, yâni Hak'ta fânî oluş mertebesini îzâh edecek kelime, ses ve ifâde bulmak mümkün değildir. Zîrâ o makam, âşinâ olmayanlara mahrem sır tecellîleriyle dolu apayrı bir zevk-i bediîdir.

Nitekim hastalığının en şiddetli günlerinde Eyyûb -aleyhisselâm-'a hanımı Rahîme Hâtun:

“_Sen bir peygambersin! Allâh Teâlâ'dan sıhhat ve âfiyet istesen de bu dertlerden kurtulsan!” deyince Eyyûb -aleyhisselâm-:

“_Sıhhat ve âfiyetle geçen günlerimiz ne kadardı?” diye sordu.

Rahîme Hâtun:

“_****en yıl idi.” dedi.

Bunun üzerine Hazret-i Eyyûb -aleyhisselâm-:

“_Ey Rahîme! Şiddet ve belâ müddeti en az sıhhat ve safâ süresi kadar olmadan Cenâb-ı Mevlâ'ya şikâyet etmekten hayâ ederim. Allâh Teâlâ, bizlere nîmetler verirken (râzı oluyoruz da) , O'ndan gelen belâlara niçin sabretmeyelim?! Ben Rabbimden râzıyım!” dedi.

Eyyûb -aleyhisselâm-'ın bu tavrı, rızânın en güzel misâlini sergiler. Eyyûb -aleyhisselâm-, hastalandığı sırada, bütün musîbet ve sıkıntılarına rağmen, hâlinden şikâyet eder bir duruma düşmemek ve takdîre rızâda îcâb eden sabrı göstermek için, hastalığını Cenâb-ı Hakk'a arzetmekten, sıhhat ve afiyet istemekten bile çekinmiştir. Nihayet zevcesinin ısrarı ile sadece:

“Sen merhametlilerin en merhametlisisin!” diye niyazda bulunmuştur.

Bu duâ üzerine Allâh Teâlâ, kullukta dâim olanlara bir rahmet hâtırası olmak üzere onun derdini gidermiş ve hastalığına şifâ vermiştir. Böylece sabır, şükür, teslîmiyet ve muhabbetullâhın netîcesinde eski zinde hayâtı Eyyûb -aleyhisselâm-'a iâde edilmiştir.

Allâh Teâlâ, Hazret-i Eyyûb'u, bütün bu olup bitenler sırasında rızâ hâlinde sabırlı bir kul olarak bulduğunu beyân buyurmuştur.

Eyyûb -aleyhisselâm-'ın sabrı ve rızâ hâli, Hak yoluna giren sâlik ve dervişlerin bilhassa ibret ve hisse alması gereken en güzel bir misâldir.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in Tâif'te katlandığı ıztırap ve çile, hiçbir kula nasîb olmayan “Mîrâc” hâdisesinin zemînini teşkîl ediyordu.

Bir başka tecellîye mazhariyetle Halîlullâh kılınan İbrâhîm -aleyhisselâm-'ın hâli de, Hakk'a meclûbiyet ve teslîmiyetin daha değişik bir tezâhürünü sergiler:

İbrâhîm -aleyhisselâm- ateşe atılırken Cebrâîl -aleyhisselâm- geldi ve:

“_Bir hâcetin var mı? Benden bir arzun var mı?” dedi.

O ise:

“_Hâcetim var, ama sana değil!” dedi.

Sonra Cebrâîl'e sordu:

“_Ateşe yakma gücünü veren kimdir?”

Netîcede, İbrâhîm -aleyhisselâm-'ın Allâh'a olan aşkının tecellîsi, dünyâ ateşini bir anda gülistâna çevirdi. Çünkü İbrâhîm -aleyhisselâm-'da eşyânın isimlerinin sırları tecellî etmiş ve O, Hak'ta fânî olmuştu.


Osman Nuri Topbaş
 
Üst Alt