Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Türk / Islâm âlimleri

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
GAZZALİ

(Bir evvelki mesajdan devam..) Aklın yükümlü kılma ve değerleri tesbit etme yetkisinin bulunup bulunmadığı konusunda Mu'tezile ile Ehl-i sünnet arasında süregelen tartışmada Gazzali Ehl-i sünnet'in görüşünü savunmuştur. Onun konuyla ilgili eserleri dikkatle incelenecek olursa aklın yükümlülük kaynağı olamayacağı görüşünü şu iki sebebe bağladığı görülür:

a) Değerleri mutlaklaştırma zorunluluğu. Eğer ahlaki değerler insanüstü bir otoriteye bağlanmazsa mutlak olma niteliğini kaybeder. Zira genellikle egoist tabiata sahip olan insanlar, kendilerinin ve başkalarının eylemlerini öncelikle kendi yararları açısından değerlendirirler. Bu durumda yararlar izafi ve sübjektif olduğundan değerler de izafileşir.

b) Otorite zorunluluğu. Yükümlülüklerin arkasında insanüstü bir otoritenin kabul edilmemesi durumunda bir otorite boşluğu ve hüküm anarşisinin doğması kaçınılmazdır. Eğer hüküm yetkisi aşkın bir otoritede görülmezse ilke olarak insanların biri ötekinden daha üstün olmadığından her insan bir başkasına, onun da kendisine tevcih edebileceği görevler yüklemeye kalkar. Şu halde hükmü geçerli kılma yetkisi, halk (yaratma) ve emir kendisine ait olan Allah'a özgüdür. Peygamber, devlet, ebeveyn gibi öteki otoriteler görev yüklerlerse de bunlara daha üst otorite olan Allah'ın buyruğundan dolayı itaat edilir.

Gazzali, şüphesiz aklın bir görev ve yükümlülük bilincine sahip olmakla birlikte bu bilince kendiliğinden değil dışarıdan (vahiy yoluyla) uyarılarak vardığı görüşündedir. Şu halde vazifeyi yükleyen Allah'tır; peygamber haberci, akıl ise görevi kavrama ve tanıma melekesidir. Şu var ki insanın bir yığın duygusal istek ve tutkular karşısında ahlaki görevlerini bularak bunlara yönelmesi ve yerine getirmesi aklın irşadına bağlıdır ve genel olarak mecnunlarla mümeyyiz olmayan çocukların yükümlü tutulmamasının sebebi de böyle bir irşaddan yoksun olmalarıdır.

Bütün Ehl-i sünnet âlimleri gibi Gazzali'nin ahlak anlayışının da antlütilitarist (menfaat gözetmeyen) olduğu söylenebilir, Zira Gazzali ilke olarak dünyevi faydaları ahlakın amacı kabul etmez; bunun yanında ahiret nimetleri de ahlaki yaşayışın zorunlu sonucu değil Allah'ın lutfu olacaktır. Buna karşılık Gazzali laik ahlakın faydacılıktan kurtulamayacağını, dine dayalı ahlakta ise amacın değil buyruğun temel olduğunu düşünmüştür. Bununla birlikte daha sonra Kant'in içine düştüğü açmazın, yani tamamıyla normatif bir ahlakın doğuracağı güçlüğün de farkındadır ve bu açmazı fıkıh usulündeki azimet- ruhsat formülüyle çözmeye çalışmıştır. Buna göre ahlakta buyrukların ya da kuralların çatışması mümkündür. Onun verdiği örnekle, bir müslümanın bir zalimden kaçarak bize sığındığını ve onu arayan zalimin bizden bu kişiyi görüp görmediğimizi sorduğunu kabul edelim. Bu durumda iki ahlaki buyrukla karşı karşıya kalırız: Yalan söylemeyiniz; mazlumu koruyunuz. Birbiriyle çatışan bu görevlerden birini seçmek zorundayız. Gazzali bu görev çatışmasını, "Zararlı iki fiilden daha az zararlı olanını yapmak vacip ve taat olur" şeklindeki kategorik bir ifadeyle çözmüştür. Ancak bu zararlardan hangisinin daha az yahut daha çok olduğunun tam ve objektif bir ölçüsü yoktur. Gazzali de bunu bildiği için "ruhsat" formülünün istismar edilebileceğinden kaygılıdır: "Ruhsat sınırını aşan, bunu zaruretten ötürü değil kendi keyif ve arzusuna göre yapmış olur. Ne yazık ki insanoğlu bu âlemde kaldığı sürece kötü arzularının kendisini etkilemesinden emin olamaz. Refah ve bolluk tutkusu, nefsin çeşitli ihtirasları ya da tembellik insanı dine aykırı davranmaya iter. Bu eğilimler, onları taşıyan kimsenin kötü ahlakla kirlendiğini gösterir". Şu halde ruhsat konusunda ölçüyü aşmama ve isabetli karar verebilme ancak gelişmiş vicdanların yapabileceği bir iştir.

İslam filozofları genellikle iyi ve kötü karşılığı olarak kullandıkları hayır ve şerri, Aristo etkisiyle daha çok ahlaki amaçların yahut ahlaki fillerin doğurduğu sonuçların nitelikleri olarak düşünmüşler ve bu yüzden çoğunlukla hayırla mutluluğu, şerle mutsuzluğu aynı anlamda kullanmışlardır. Şüphesiz bu kullanım Gazzali'de de vardır. Ancak Gazzali bazen hayır ve şer, çok zaman da "hüsün" ve "kubuh" terimleriyle ifade ettiği bu değerleri eylemlerin nitelikleri olmaları açısından da önemle ele almıştır.

Gazzali Mu'tezile'nin, "Ahlaki değerler fiillerin ontik nitelikleridir ve akıl bu değerleri dinin desteği olmadan kavrama gücüne sahiptir" şeklinde özetlenebilecek olan tezlerini reddederek dinden bağımsız bir ahlakın egoizm, faydacılık ve sonuçta izafilikten kurtulamayacağını savunmuştur. Gazzali, ahlaki değerlerin fillerin değişmez nitelikleri olup olmadığını yalan örneğinde incelemektedir. Yalan kendiliğinden kötü olsaydı bu niteliğinin durumlara göre değişmemesi gerekirdi. Hâlbuki bir zalime karşı bir peygamberin hayatını korumak gibi bazı zorunluluklar karşısında yalan söylemek bir hayır ve görev olabilir. Gazzali, insanın ahlaki yargılarının analizini yaparken bu yargıları insanın egoist ve pragmatik eğilimlerine bağlamış, daha sonra özellikle İngiliz ahlakçılarının, ahlaki egoist duyguların hazırladığı altürist bir olay şeklinde görmelerinden yaklaşık yedi yüzyıl önce bu düşünceleri savunmuştur. Şu var ki eğer Gazzali bu noktada kalsaydı şüphecilik ve egoizmden kurtulamayacaktı. Aslında kendisi, yukarıdaki görüşleriyle sadece dine dayanmayan bir ahlakın güçlüklerini göstermek istemiştir.

Ona göre iyilik ve kötülük filin kendisinde değil yöneldiği gayededir. Bu gaye dünyevi olamaz; çünkü insanların dünyevi gayeleri muhteliftir ve onlar bu gayelere ahlak dışı yollardan da ulaşabilmektedirler. Şu halde ahlakın gayesi uhrevi olmalıdır. Fakat bu gayenin tecrübe ile bilinmesi imkânsızdır. Çünkü ölüm ötesi ancak nübüvvet nuru ile bilinir. Bununla birlikte Allah insanları ödüllendirmek zorunda olmadığından ahlakın temeli buyruktur ve fillerin iyilik veya kötülük vasfı buyruk ya da yasaktan sonra gerçekleşir. Böylece Gazzali, bütün pragmatik eğilimli laik ahlak anlayışlarının içine düştüğü güçlükten kurtulmuş bulunmaktadır. Çünkü ona göre kaynağı vahiy olmayan bir ahlakta mutlak hayır ve mutlak şerden söz edilemez. Şüphesiz Gazzali bu ifadeleriyle felsefi ahlak teorilerini toptan inkâr etmiyor. Ancak bu teorileri de temelde dinden doğmuş görmekte, peygamberlerle tasavvuf ehlinin sözlerini kendi kitaplarında toplayan filozofların görüşlerini sırf onlar söyledi diye reddetmek yerine Kitap ve Sünnet'e uygun olup olmadığı ölçüsüne göre değerlendirmek gerektiğine işaret etmektedir.

Gazzali, gerek faziletin tarifi gerekse dört temel fazilet konusunda geleneksel anlayışı sürdürmüştür. Ancak temel faziletler, ahlak eğitiminin imkânı ve metotları gibi konularda filozoflardan farklı olarak ayet ve hadislere, İslam büyüklerinin görüşlerine başvurmak suretiyle tamamen İslami bir üslup kullanmış ve böylece okuyucusunda dini şuuru canlı tutmak istemiştir. Diğer bir önemli nokta da sırf ahlaki sayılabilecek faziletler yanında hem ahlaki hem de dini ve tasavvufi olan erdemlere de önceki bütün ahlakçı ve mutasavvıflardan daha geniş yer vermiş olmasıdır.

İhya'ü Ulumi'd-din'in III. cildinin tamamına yakın kısmı ahlaki reziletlere dairdir ve bu sebeple Gazzali eserinin bu cildine Rub'u'l-mühlikat" adını vermiştir. Burada kalp ve kalbin olağan üstü durumlarını (acibü'l-kalb), nitelik ve kabiliyetlerini inceleyen ve insana kendi iç dünyasını genel olarak tanıma fırsatı veren giriş mahiyetindeki bir bölümden sonra nefsin eğitilmesi ve ahlakın güzelleştirilmesi konularına geçilir. Ahlakla ilgili çeşitli tarif ve açıklamalardan, bazı temel fazilet ve reziletlerin belirtilmesinden sonra insanın kendi kusurlarını tanıması konusuna yer verilir. Gazzali'nin bu konudaki görüşleri, tamamen Ebu Bekir er-Razi ile İbn Miskeveyh'in görüşlerini hatırlatmaktadır. Bundan sonra kalbin hastalıkları olan reziletler geniş bir şekilde tahlil edilir. Bunlar yeme içme ve cinsi tutku, sözlü kötülükler, öfke, kim ve kıskançlık, cimrilik ve mal tutkusu, makam tutkusu ve riya, kibir, böbürlenme, kuruntu gibi reziletlerdir.

Eserin IV. cildi ise tasavvufi-ahlaki erdemlere ayrılmıştır. Gazzali'nin "Rub'u'l-münciyat adını verdiği bu ciltteki erdemler tövbe, sabır ve şükür, havf ve reca, fakr ve zühd, tevhid ve tevekkül, muhabbet, şevk, üns ve rıza, niyet, ihlâs ve sıdk, murakabe ve muhasebe, tefekkür, ölüm şuuru ve ölümden sonrasını düşünme şeklinde on ana başlık altında incelenmiştir.

Bu konular ilk defa Gazzali tarafından ele alınmış değildir. Ona gelinceye kadar Kur'an-ı Kerim ve hadis külliyatından başlamak üzere zengin bir ahlak literatürü oluşmuştu; Gazzali de bu literatürden geniş bir şekilde faydalanmıştır. Ancak ne Gazzali'den önce ne de sonra hiçbir İslam ahlakçısı bu konuları onun kadar geniş bir vukuf ve dirayetle inceleyebilmiştir. Carra de Vaux'nun da belirttiği gibi Şark'ta ahlak felsefesinde Gazzali aşılamamıştır.

Reziletleri ele alırken Gazzali önceki anlayışa uyarak bunları bir tür ruhi hastalık, ahlaki da manevi tababet olarak düşünmüş, son derece başarılı pedagojik tahliller yaparak bu hastalıkların psikolojik ve sosyal sebeplerini ve iyileştirme yollarını göstermiştir. Onun bu tahlilleri yaparken kullandığı üslup tam bir sehl-i mümtenidir. Gazzali, gerek psikolojik tahlilleriyle gerekse muhteşem üslubu ve ilmi dirayetiyle her seviyedeki okuyucunun ruh dünyasına adeta bir projeksiyon çevirmekte, onu bir iç gözleme itmekte, ruhunu bütün yönleriyle tanımasını ve ahlaki şuurunun bütün canlılığıyla harekete geçmesini sağlamaktadır. İhya bu bakımdan İslam ahlak literatüründe erişilememiş bir zirvedir.
Gazzali, insanlarla ilgili olan ve onlar için bir değer ifade eden bedeni, psikolojik, maddi, manevi, ferdi, aileyi ve içtimai alanlardaki bütün imkân ve durumları gözden geçirir. Bu konular işlenirken odak noktası insandır; onun niyeti, amacı, tasarıları, dini ve ahlaki şuurudur. Bu sebeple yergi ve övgü, korku ve ümit, evlilik ve bekârlık, zenginlik ve yoksulluk, harcama ve tutumluluk, uzlet ve ülfet gibi karşıt durumlar, imkân veya imkânsızlıklar ne iyi ne de kötüdür. Çünkü bunları iyi veya kötü kılan arkalarındaki niyet ve iradedir. İhya'u Ulumi'd-din de bozulmuş bir toplumu ıslah etme, tekrar Kur'an ve Sünnet temelleri üzerine oturtma ve ona asıl İslami erdemlerini yeniden kazandırma şeklinde kuşatıcı bir hedef güdülmüştür.

Antiütilitarist bir ahlak anlayışını benimsemek ve ahlakın formel tarafına büyük önem vermekle birlikte Gazzali ahlaki, daha sonra Kant ahlakının içine düşeceği katı formalizmden ve muhteva kısırlığından kurtarmaya çalışmıştır. Buna göre, ahlaki buyruğu öncelikle buyruk olduğu için yerine getiren erdemli insan bu arada filin bir amaca yönelik olması gerektiğini, çünkü faili için hiçbir amaç taşımayan fiilin abes olduğunu bildiği için dini ve ahlaki ilkelerle bağdaşacak nitelikte bir amaç da güder. Bu sebeple Gazzali mutluluk kavramını çeşitli boyutlarıyla ele almış, bu konudaki düşüncesini geliştirirken daima İslami espriye sadık kalmak şartıyla tasavvuf ve felsefeden de geniş ölçüde faydalanmıştır. Nitekim her şeyin lezzetinin kendi tabiatına uygun yetkinliğe ulaşmakta olduğunu belirtirken Aristo felsefesinden istifade etmiştir. Ayrıca gerçek yetkinliğin şartlarını, değişmeyen ezeli varlıklar ve kanunlar hakkındaki bilgi, bu bilgiyi elde etme gücü ve tutkulara kul olmama özgürlüğü şeklinde göstermesinde de yine felsefe kültürünün izleri vardır. Bununla birlikte Gazzali, bu kemal anlayışını İslami unsurlarla geliştirip zenginleştirmesi yanında en yüksek mutluluğun marifetullahta olduğunu belirtmek, bu marifetle ulaşılan Allah sevgisini ve Allah'a yakın olmayı bütün makamların en son gayesi olarak göstermekle tasavvufa yükselir. Bu arada her türlü maddi, bedeni, psikolojik, sosyal imkan ve şartları bu temel amaca katkıda bulunması nisbetinde önem taşıyan vasıta değerler sayar. Allah'a yakınlık mertebesine ve dolayısıyla en yüksek mutluluğa bilgi, iyilik, ihsan, lütufkarlık, merhamet ve hakperestlik gibi ilahi niteliklerden pay almak ve böylece rubübiyyet ahlakıyla bezenmekle ulaşılabileceğini belirtir. Gazzali'nin mutluluk felsefesini ortaya koyarken ele aldığı fayda, lezzet ve güzellik problemleri hakkındaki görüşleri İslam ahlak kültürünün en parlak ürünleri sayılmaya değer niteliktedir. Özellikle güzellik konusu münasebetiyle yaptığı estetik hakkındaki tahlillerinde, Eflatun'un güzellik idesi" düşüncesinden de faydalanmakla birlikte İslam düşünce tarihinin en dikkate değer estetik felsefesini ortaya koymuştur.

(Bitti.)

(T.D.V.İslam Ans. 13/489-504)
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
GIYASEDDİN CEMŞİD - ( ? - 1429)
On dördüncü ve 15. yy'da yaşamış, ondalık kesirleri ilk defa kullanan büyük Müslüman Türk matematik ve astronomi alimi.İsmi, Cemşid bin Mes'ud bin Mahmud et-Tabib el Kaşi olup, lâkabı Gıyaseddin'dir. On dördüncü asrın sonlarına doğru Maveraünnehir bölgesinde bulunan Kaş şehrinde doğdu. Uluğ Bey Ziyci adlı eserin önsözünde, 1429 senesinin sonbaharında Semerkand'da öldüğü bildirilmektedir.

Gıyaseddin Cemşid, ilk tahsiline Kaş'ta başladı. Babası, zamanın önde gelen din ve fen alimlerindendi. Önce sarf, nahiv ve fıkıh ilmini öğrendi. Fıkıh ilminde söz sahibi oldu. Mantık, belagat, matematik ve astronomi ilimlerini tam manasıyla tahsil etti. İlim aşkına uzun süren seyahatlere çıkar ve azimli çalışırdı. 1416 senesinde Karakoyunlu Sultanı İskender'in hizmetinde bulundu. Uluğ Bey tarafından Semerkand'a davet edildi.

Cemşid, önce Nasirüddin Tusi'nin eserlerini inceledi. Kutbüddin Şirazi'nin eserlerini tetkik ederek, ziyadesiyle istifade etti. Meragâ da yapılan rasathanede çalışarak, astronomi cetvellerini (zicleri) yeniden düzenleyip ortaya koydu. Böylece astronomide yeni ufukların açılmasını sağladı.

Yıldız cetvellerini, yeryüzünden uzaklarını, güneş ve ay tutulmasının hesaplarını, bunların hesaplanmasında kullanılacak olan Tabak-ül-Menatık adlı aletin yapılış ve kullanışını izah etti.

Avrupalı ilim tarihçileri, yıldızların ve gezegenlerin yörüngelerinin daire şeklinde olmayıp, Elips şeklinde olduğunun keşfini Kepler'in başarılarından sayarlar. Halbuki, ondan yüz sene önce Gıyaseddin Cemşid, bu ilmi hakikatı Nüzhet-ül Hedaik adlı eserinde izah etmiş ve ortaya koymuştur. İlmi çalışmalan ve dirayetiyle, fen ilimlerinde araştırına, gözlem ve deney usulünün gelişmesini sağladı. 1406, 1407 ve 1408 seneleri için ay tutulmasınm hesaplamalarını gayet hassas olarak yaptı. Ayın ve Utarid'in yörüngelerinin eliptik düzlemde olduğunu açıkça ispat etti. Böylece, Kepler'in bunu kendine mal etme iddiası geçersiz ve asılsız kaldı.

CEMŞİD VE MATEMATİK

Günlük hayatımızda önemsiz gibi görünen bazı küçük şeyler olmasa, çağdaş teknoloji bugün bulunduğu noktadan yüzyıllarca gerilerde, belki de "solda sıfır" olurdu. Dilimizde "değersizliğin ifadesi" olan "solda sıfır deyimi", ondalık kesirlerde virgülün solunda kalan sıfır için kullanılır. Ondalık kesirin icat edilmediği bu dünyada; en küçük kesirli alış verişlerden uzay teknolojisine kadar hemen hemen her alanda korkunç çetrefilli durumlar yaşanırdı.

Hele bu işlemlerin Roma rakamları veya bayağı kesirlerle yapıldığını düşünmek bile istemiyoruz. "Virgül", yazıda da önemlidir ama, bazen olmasa da olur. Gel gelelim matematikte virgülü kaldırmak, neredeyse matematiği ortadan kaldırmak demektir. Gıyaseddin Kâşi, astronominin yanında, ilmi çalışmalarını daha çok matematik alanında yoğunlaştırdı. Virgülü, aritmetik işlemlerde ilk defa o kullandı. İlim tarihinde, aritmetikte ondalık kesir sisteminde virgülü ilk defa kullanma şerefi, Gıyasüddin Cemşid'e aittir. Risalet'ül Muhitiyye adlı eserine bakıldığı zaman, bu gerçek apaçık görülecektir.

ONDALIK KESİR SİSTEMİNİ BULAN BİLGİN

Aritmetikte ilk defa ondalık kesir sistemini keşfeden ve bu konuda eser veren odur. Ondalık kesir kuralını ilk defa o kullanmış, bunlar üzerinde toplama, çıkarma, çarpma ve bölmeler yapmıştır. Halbuki, ondalık kesirlerin keşfi, Simon Stefan'a atfediliyordu. 1948 senesinde Alman bilim tarihçisi Pouluckey, yaptığı araştırmalar sonucu, ondalık kesirlerin asıl Cemşid'in bulduğunu ispatladı ve ilim alemine kabul ettirdi. Cemşid, Simon Stefan'dan yüz altmış sene önce yaşamıştır. O, ondalık sayılar üzerinde dört işlemi uyguladı. Avrupâ da ise, bu sistem ancak 16. asırdan sonra kullanılabildi. Bu konudan bahseden Risalet-ül-Muhitiyye adlı eserinde, daire çevresi ile yarıçap arasındaki oranı çok açık bir şekilde göstermiştir. Ondalık sayılarda virgül işareti kullanmadan, sayının tam kısmı üzerine sihah (tam sayı) kelimesini koymak suretiyle sayının tam kısmının, ondalık kısmından ayrıldığı ilk defa bu eserde görülür. Onun bulduğu bu değer, kendinden önceki matematikçilerin bulduğu değerden daha doğrudur. Ticari hesaba dair eserinde ise ondalık kesirlerde o, sihah tabirleri yerine virgül kullanmıştır.

CEMŞİD VE CEBİR

Gıyüsaddin Cemşid, ayrıca, yüksek dereceden nümerik denklemlerin yaklaşık çözümleri konusunda orijinal buluşlarıyla da şöhret bulmuştur. Cebirde de yeni buluşları vardır. Bilhassa Uluğ Bey'e sunduğu "Miftah-ül Hisab" adlı eserinde, herhangi bir dereceden kök almalarını açıklamıştır ki, bu, Batı ilim dünyasında ancak 300 yıl soma İsaac Newton tarafından ulaşılabilen neticedir.

Miftah-ül Hesab adlı eserinde herhangi bir dereceden kök alma yollarını hesapladı. Broom açılım olarak matematikte bilinen formülden istifade edilerek gerçekleştirilen bu kök alma işlemlerinin keşfi, Batı aleminde Newton a atfediliyorsa da bunu Newton'dan üç asır önce Cemşid'in bulduğunu ve ilk defa binomial denklemleri çözdüğünü Derek Stewart, Sources of Mathematics adlı eserinde ilim dünyasına açıklamıştır.

CEMŞİD VE TRİGONOMETRİ

Cemşid (pi) sayısının 9. rakama kadar olduğu değerini =3,1415926535898732) 1 derecelik yayın sinüs değerini bugünkü değerlere göre 18 ondalık sayıya kadar doğru olarak hesaplamıştır. Trigonometride "El Kâşi Eşitliği" adıyla şöhret bulan temel formül de onun buluşudur. Trigonometrinin temel formüllerinden olan sin "Aş3 Sin A+4 Sin 3A şeklindeki bu formül onun adıyla anılmaktadır. Aritmetik ve trigonometride yeni keşiflerinden bahseden eserleri "Risalet-ül Muhitiyye" ile "Risalet-ül Veter ve'l Ceyb"dir. Cemşid, yalnızca ondalık kesri, kesin sonucu olmayan problemlerin yaklaşık çözümünü ve mükerrer logaritmayı literati ve algorism) icad edip, Pi sayısının gerçekten doğru bir hesaplamasını yapmakla kalmamış, bir hesap makinası icad eden ilk kişi olma mazhariyetine de ermiştir.

O aynı zamanda Newton'un adıyla anılan iki terimli denklemi de çözen ilk kişiydi. Bu denklemin (a+b) n+an+cnlan-lb+cn2 an-2 b2...+cnnbn şeklinde çözümü, onun sayılar ilmi konusunda belki en önemli Müslüman metni olan Miftah el-hisab (Aritmetiğe Anahtar) adlı kitabında yer almaktadır.

Cemşid altmışlık sayı sistemine dayanan aritmetiğe bir şahaseri olan Risale el-muhitiyye (çember Hakkında Kuşatıcı Risale)'nin de yazarıdır.

CEMŞİD VE ASTRONOMİ

Gıyaseddin Cemşid'in Semerkant rasathanesinin kurulmasında büyük hizmetleri olmuştur. (1421) Rasathanenin ilk müdürü de odur. Uluğ Bey (1394-1449)'in Ziyc'inin hazırlanmasında büyük emeği geçmiştir.

İLMİ KİŞİLİĞİ

Uluğ Bey, ondan bahsederken, "Önceki ilimlerin mükemmelleştiricisi", "Meselelerin çetrefil noktalarının çözücüsü" der ve Semerkant çevresinde "Allâme Cemşid" unvanıyla anıldığını anlatır.
Batı bilim dünyasında 17. yüzyıl sonlarına kadar tesirini sürdüren ve yirminci yüzyıla kadar dikkatleri üzerine toplayan bilgini meşhur eden eserleri olmuştur. Bilhassa matematik sahasında Batı ilim dünyasının adından söz ettiği Gıyaseddin Cemşid, 8 ile 16. yüzyıl bilim tarihini incelediğimizde matematik ve astronomi alanında en önde gelen bilgin olarak karşımıza çıkar.

Zamanında astronomi ve matematik öylesine ileri gitmişti ki, Avrupa bu seviyeye ancak 17. yüzyıl sonlarına doğru ulaşabilmiştir.

ESERLERİ

Gıyaseddin Cemşid, matematik ve astronomi alanında birçok eser yazdı. Yazdığı kitaplar, bilhassa 16 ve 17. asırda devrin ünlü ilim adamları tarafından uzun seneler temel müracaat kitabı olarak kullanıldı.

1-Risalet-ül Muhitiyye: Ondalık sayılarla ilgili kurallara ve Pi sayısının değerine bu eserde yer verdi. Arapça yazılan eser, İstanbul ve dünyanın birçok kütüphanesinde mevcuttur. Çeşitli yabancı dillere tercüme edilmiştir.

2-Kitabu Miftah-il-Hisab (Hesap Anahtarı): Bir mukaddime ile beş bölümden meydana gelen eserin, birinci bölümünde tam sayılarla hesaplama, ikinci bölümünde kesirli sayılarla hesaplar, üçüncü bölümünde astronomide kullanılan hesaplar, dördüncü bölümünde topografik alan hesapları, beşinci bölümünde ise bilinmeyenli hesaplar anlatılmaktadır.

3-Risalet-ül-Kemaliye veya Süllen-üs-Sem'a (göğün dereceleri): Gök cisimlerinin dünyadan uzaklığı, büyüklükleri ve boyutlarından bahseden bu eser, Mustafa Zeki tarafından Türkçe'ye tercüme edilmiştir. Yazma nüshaları İstanbul ve Avrupa kütüphanelerinde bulunmaktadır.

4-Kitabu-Ziye-il-Hakani fi Tekmili ziye-il-İlhani: Nasirüddin Tusi'nin yazdığı Ziyei'l-İlhani adlı eserde incelenen yıldızların koordinatlarını kendi rasatlarına göre düzenlemiş ve tamamlamıştır.

5-Nüzhet-ül-Hadaik: Kendi bulduğu Takabül-Menatık adlı bir rasat aletinden bahseder.

(Müslüman Bilim Adamları Akit Ülkü KUMRAL,320-324)
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
GÖNENLİ MEHMET EFENDİ (1901-1991)

Mehmet Öğütçü

Mehmet Efendi 1901’de Kırım kökenli Selâmetoğulları’ndan Osman Efendi ve Fatma Hanım’ın oğlu olarak Gönen’de dünyaya geldi. İlköğrenimiyle birlikte Kur’ân eğitimine öncelik verdi. Oniki yaşında iken Hâfız Abdullah Efendi’nin nezâretinde hıfzını tamamladı. Bundan sonra değişik örgün eğitim kurumlarında öğrenimine devam etti. Herhalde bu vesile ile; 1925’te Serezli Ahmed Şükrü Efendi’den Kıraat ilminde icâzet almasını, bunun yanında muhtemelen Öğütçü soyadını almasında etkili olmuş olan Medresetü’l-İrşâd’a devam etmesini, bu müesseselerin kapatılması üzerine intikal ettiği İmam-Hatip Mektebi’ni 1927’de aliyyülâla (pekiyi) derece ile bitirmesini hatırlamamız gerekir.

Resmî çalışma hayatına 1930’da Gönen Çarşı Camii İmam-Hatibi olarak başlayan Mehmet Efendi, buradaki üç yıllık görevini müteâkip askerlik hizmeti için Gönen’den ayrılmış ve daha sonra da hizmetlerine İstanbul’da çeşitli camilerde imamlık yaparak devam etmiştir.

Gönenli Mehmet Efendi’nin 1976’dan itibaren, bu tebliğ sahibinin de İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nde talebesi olduğu Yeraltı Camii İmamı Ali Üsküdarlı’nın vefatı üzerine, Reisü’l-Kurrâlık makamına getirildiğine ve bu emaneti de, ölümüyle Bâyezid Camii İmamı Abdurrahman Gürses Hoca’ya intikaline kadar koruduğunu ifade etmemiz gerekir. Fakat hiç şüphesiz Gönenli Mehmet Efendi’nin tanınmasına ve ölümünden sonra da milyonlarca seveninin gönüllerinde yaşamasına, kendisiyle ilgili kitaplar yazılmasına, vakıf kurulmasına, adına külliyeler bina edilmesine neden olan çalışmaları bunlardan da ötede, iki başlık altında toplanabilir ki, onlar da Kur’ân öğretimine olan katkısı ve vâiz olarak gerçekleştirdiği fahrî ve fakat çok yoğun, semereli hizmetleridir.

Gönen bir hoca ve hâfız diyarıdır. Gönenliler Allah’ın kitabına onu okumak, hıfzetmek ve öğretilmesine katkıda bulunmak yolundaki çabalarıyla tanınırlar. Küçük bir köyünde, bir hocanın çevresinde, onun gayret ve himmetiyle, fakir de olsa cömert insanlarımızın maddî destekleriyle on, onbeş hafızın yetişmesi Gönen ve Gönenliler açısından gayet sıradan bir durumdur. Ramazan ayını Gönenliler, Kur’ân ayı olarak değerlendirir, genciyle yaşlısıyla, kadınıyla erkeğiyle mukâbelelere, Kur’ân hatimlerine koşarlar. Gönenlilerin Kur’ân konusundaki bu hassasiyetlerini bir hatıramı naklederek teyit etmek isterim. Yetmişli yılların başlarında Gönen’e genel teftiş için gelmiş olan bir Diyanet Müfettişi, aradan on yıl kadar geçtikten sonraki tanışmamızda, bana ilk cümle olarak; Gönen’deki din görevlilerinden ilçeye dışarıdan atanmış olan müftü haricindekilerin tamamının hafız olduğunu, bu durumun müftülüğün müstahdemi için bile geçerli olduğunu, hayretlerini gizlemeden nakletmişti. Görevi gereği Türkiye’nin muhtelif bölgelerini gezmiş olan bu müfettiş hayret ve heyecanında haklı idi ve bu durumu belki de karşılaştığı başka hemşehrilerimize de aktarmıştı. İşte Gönen’e hâfız ve hocalar diyarı ünvanını kazandıran hamiyet ve gayret sahiplerinden biri de Gönenli Mehmet Efendi idi. Onun çevresinde, onun gibi Kur’ân’a hizmeti hayatlarının gayesi edinenlerin çabalarıydı.

Gönenli Mehmet Efendi’nin Kur’ân okutmaya olan katkısı 1940’lardan başlayarak yoğun bir biçimde 1980’lere ve daha sonrasına ulaşır. Onun yetiştirdiği hâfızları, ondan talim, tecvid ve diğer kıraat alanlarında faydalananların, eskilerin tabiri ile onun rahle-i tedrîsinde yetişenlerin, olgunlaşanların sayısını binlerle ifade etmek, ancak hakikatın ikrarı olacaktır. Fakat yalnız iyi bir hoca değil, İstanbul’un büyüklüğünde garip Kur’ân taliplerinin babası da Gönenli Hoca’dır. Hakikî babalarının maddî imkânlarının yetmediği yerde -ki bu öğrencilerin tamamı fakir aile çocuklarıdır- onların bütün giderleri Gönenli Mehmet Efendi tarafından karşılanırdı. Onu hizmet alanında; önce Kur’ân’ı okutan, sonra öğrencisinin günlük giderini para olarak karşılayan, ihtiyaç durumuna göre elbisesini ayakkabısını veren bir şefkat, merhamet ve hizmet abidesi olarak düşünmek, durumun tahayyülü değil, katkısız hakikatın ifadesidir.

Hepimizin bir cebi ve cüzdanı vardır. Kazanırız, ihtiyaçlarımız için harcarız. Gönenli Hoca’nın da kendisi için bir cebi vardı, ama Kur’ân öğrencileri, hatta ulaşabildiği bütün muhtaçlar için de ayrı bir cebi bulunuyordu. Birinciden yani şahsî hesabından öğrencilere aktarılır, ama tersine bir akış asla söz konusu olamazdı. Kendisinin değerli öğrencilerinden Mehmet Karatoprak, zaman zaman gerçekleşen bir durum olarak, bir defasında talebelerine geçerli rayiç üzerine harçlıklarını dağıtan ve yetmeyen kısmını kendi hesabından takviye eden Hoca’nın, ayrılma anında hiç parası kalmadığını fark ettiğinde, tramvay ücretini borç aldığını ifade etmiştir. Hasılı bir Kur’ân öğretici olarak Gönenli Mehmet Efendi, uzun mesaîsinin büyük bir kısmını, hatta bir yerden bir başka yere giderken iki kulağıyla iki değişik talebeyi dinlemesi şeklinde, bu hizmete tahsis etmişti. Bu çabalarının neticesinde Hz. Peygamber’in hadisindeki; "Sizin en hayırlınız Kur’ân’ı öğrenen ve öğretendir” hakikatının sırrına mazhar olmuş olmalıdır. Gönenli Mehmet Efendi’nin Medresetü’l-İrşâd’da okuduğunu ve medreselerin kapanması üzerine buradan İmam Hatip Mektebi’ne intikal ettiğini ifade etmiştik. Hoca’nın çok iyi bildiği nakledilen Fransızca’sının da kaynağı olması gereken bu mektep, onun hayatını bu istikamette düzenlemesinde de etkili olmuştur. Nitekim o karşımıza farklı bir vâiz olarak da çıkar. O vâizliği memuriyet olarak değil, hizmet düşüncesinin gereği olarak yapmıştır.

1980’lerin ortalarında bir gazetede Gönenli Mehmet Efendi, çevresinde bir grupla birlikte yürürken gösteren bir fotoğrafta yer alıyor. Fotoğrafın altında "****en beş yaşında haftada otuz vaaz veren Gönenli Mehmet Efendi” ibaresi yer alıyor. Bu nasıl olur? Yedi günde otuz, günde en az dört vaaz!... Bu mümkün müdür? Bu çaba hangi bedelin karşılığı olarak gösterilmektedir? Yanılmıyorsam 1978 veya 1979 Ramazanı öncesiydi. İstanbul’da Beyoğlu Müftülüğü’nde Murakıp olarak görev yapıyordum. Yaklaşan Ramazan ayında din hizmetlerinin koordinasyon ve geliştirilmesi için bölgemizdeki durumun belirlenmesi yönünde Ankara’dan bir tamim gelmişti. Çalışmalar ilerlediğinde Gönenli Mehmet Efendi’nin Kasımpaşa bölgesinde haftanın bir gününde dört farklı camide vaaz verdiği ortaya çıktı. Ben bu duruma o gün de hayret ettim, bugün de hayret etmeye, takdir etmeye devam ediyorum. Şimdi Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Türk-İslâm Edebiyatı profesörü olarak görev yapan, aynı okuldan sınıf arkadaşım ve Beyoğlu’nda da bir süre birlikte görev yaptığımız Mustafa Uzun, Hoca’yla ilgili hatıraların anlatıldığı bir kitapta bu konuya aydınlık getiriyor. Benim söz konusu ettiğim hizmet Beyoğlu’na bağlı Dolapdere ve Hacıhüsrev mahallesindeki Sahaf Muhiddin ve Sahaf Muslihiddin camilerinde gerçekleştirilmektedir. Bizim o gün de, biraz korkuyla gittiğimiz bu camilerden birindeki kontrolü sırasında Mustafa Uzun, Hacıhüsrevli kadınların kalabalık bir grup olarak camiye gittiklerini görmüş, küçük bir araştırma sonucunda da Gönenli’nin vaaza geldiğini tesbit etmiştir.

Gönenli’nin vaazları da, vaaz ettiği mekânlar ve hitap ettiği cemaat de özellikli idi. O bilhassa küçük, kenarda kalmış, belki de hocaların iltifatına fazlaca ulaşamamış semtlerin camilerini tercih ediyordu. Hacıhüsrev bu durumun pek dikkat çekici bir örneği değil midir? Hoca’nın cemaati de özellikle hanımlardı. Çünkü eğitime, dinî öğretime onların bilhassa ihtiyacı vardı.

Zaten Gönenli Hoca klâsik bir vâiz de değildi. "Vaazlarında öğretmekten çok eğitme, irşad etme ve dinî hayatı canlı tutma onun başlıca hedefi olmuştur. Bu sebeple vaazlarına güzel sesiyle Kur’ân-ı Kerîm okuyarak başlar, ilahî ve kasîdelerle cemaati coşturur, ardından dinleyicilerin dikkatini çekecek şekilde etkili ve slogan mahiyetindeki cümlelerle kısa konuşmasını yapardı” (TDVİA, XIV, s. 150). İnzardan, korkutmadan çok tebşir ile insanlara müjdeleyerek Allah’ın yoluna çağırırdı. Onun bu faaliyetlerinin muhasebesi hiç şüphesiz Cenab-ı Allah’a aittir. Onun başarı derecesini ve bu vaazlarla elde edilen kazancı tam olarak belirlemek bizim için güçtür. Fakat Allah’ın rızasının bu istikamette olduğunu, Gönenli Hoca’nın bu uğurda bir ömür sarf ettiğine bütünüyle inanmamıza da hiçbir mâni bulunmamaktadır.

Sözlerimizi bağlamak gerekirse, kesin bir inançla diyebiliriz ki; Cumhuriyet döneminde ülkemizin değişik bölgelerinde Kur’ân’a hizmetle isimlerini yücelten kişiler arasında Gönenli Mehmet Efendi’nin özel ve öncelikli bir yeri bulunmaktadır. Gönenli Hoca’nın bize bıraktığı güzel ismi korumak, onun güzellikleriyle bezenmekle, hiç değilse bu arzuyu taşımakla olur. O vatanını çok sevdi, insanlarımızı çok sevdi, Kur’ân’a hizmeti, en olumsuz durumlarda bile, Allah’ın kitabına hizmeti baş tacı etti. En önemlisi inandığı doğruların gerçekleşebilmesi için yorulma bilmeden çalıştı. Onun ideallerini benimseyenlere selam olsun!...

***********************************************************************

KAYNAKLAR

1-Recep Akakuş, İslâm’da Kur’ân Öğretimi ve Reîsü’l-Kurrâ Gönenli Mehmet Efendi, İstanbul,
1991.

2-Recep Akakuş, Gönenli Mehmet Efendi, TDVİA., c. XV, s. 149-150.

3- Mustafa Özdamar, Gönenli Mehmet Efendi, İstanbul, 1994.

4-Vefatı üzerine yazılmış çeşitli yazılar ve kendisini yakından tanıyanlarla yapılan konuşmalar.

5-Bu metin 5-6 Eylül 1998 tarihlerinde Gönen’de toplanan "Geçmişten Günümüze Gönen”
sempozyumuna tebliğ olarak sunulmuştur.

Alıntı: www.diyanet.gov.tr
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
HABEŞ el-HÂSİB (D: ? -Ö: 250/864'ten sonra)

Astronomi ve matematik bilgini.

Habeş el-hâsib Ahmed b. Abdillâh el-Mervezî, Türkistan’ın Merv şehrinde doğdu. Hayatı hakkında yeterli bilgi yoktur, ömrünün büyük kısmını Bağdat'ta geçirmiş, Abbasî halifeleri Me'mûn ve Mu’tasım-Billâh dönemlerini görmüştür. Burada uzun süre kalmasından dolayı Bağdadî nisbesiyle de anılır. Habeş onun adı mı lakabı mı olduğu kesin olarak bilinmemekte, belki fazla esmerliğinden dolayı bu şekilde tanındığı tahmin edilmektedir. Hâsib lakabı ise onun matematikçiliğiyle ilgilidir. 829–864 yıllan arasında Bağdat'ta astronomi gözlemleri yaptığı bilinmektedir. Yüz yılı aşkın bir süre yaşamış ve muhtemelen 864–874 yılları arasında vefat etmiştir. İbnü'l-Kıfti’den öğrenildiğine göre oğlu Ebû Ca*fer de astronomi bilgisi ve aletlerinin yapımcılığıyla ünlü bir kişidir.

Kaynaklarda, İslâm astronomi âlimi ve matematikçilerinin ilk neslinden olan Habeş'in ilmî hayatının başlangıç döneminde Hint matematik ve astronomi modelini takip ettiği ve hazırlamış olduğu ilk zîcde Sindhind (Siddhanta) geleneğini esas aldığı belirtilmektedir. Halife Me'mûn'un himayesindeki astronomi gözlemcileri grubunda fiilen bulunup bulunmadığı kesin olarak bilinememekle beraber onların çalışmalarını yakından takip ettiği, vardıkları sonuçları kendi gözlem sonuçlarıyla birleştirip test ettiği ez-Zîcü'l-mümtehan’ın dan anlaşılmaktadır. Habeş bu eserinde ve daha sonraki çalışmalarında Hint ast*ronomisi yanında Grek astronomisini de iyi bildiğini kanıtlamış ve yer yer dışına çıkmakla birlikte zîclerini Batlamyus modeline göre düzenlemiştir. Araştırmalarının sonraki meslektaşları arasında güçlü yankılar uyandırdığı anlaşılmaktadır. Habeş'in Bağdat'ta otuz beş yıl süre ile gözlemler yaptığı yolundaki bilgiyi bugüne ulaştıran Ebü'l-Hasan İbn Yûnus, Zîcü'l-Hakimi'l-kebir adlı eserinde onun Venüs ve Merkür'ün enlem*lerine ilişkin tesbitlerini eleştirmişse de daha sonraki birçok müellifin kendisini övgüyle andığı görülür. Meselâ Ebû Nasr İbn Irak, bu zîc hakkında Risale fi Berâhîni a’mâli cedveli't-takvim- il Zîci Habeş el-Hâsib adıyla bir risale kaleme almış, ayrıca Devâ'irü 's-sümût fi'l-usturlâb adlı eserinde Habeş el-Hâsib'in usturlap üzerinde azimut halkalarının gösterilişi konusundaki iki yöntemini incelemiştir. İbn Irak'ın ünlü öğrencisi Bîrûnî de Habeşten "hakim" diye söz ederek ez-Zîcü'l-mümtehanına atıflar yapmakta ve "rü'yet-i hilâl" meselesinin çözümüyle ilgili olarak bu zîci Bettâni’nin ünlü zîciyle birlikte anmaktadır. Bîrûni’nin ez-Zîcü'l-mümtehan'a gösterdiği ilgi bundan ibaret kalmamış, ayrıca hakkında Tekmîlü Zîci Habeş bi'l-'ilel ve tehzîbi a'mâlihî mine'z-zelel adıyla müstakil bir eser yazmıştır. Doğrudan doğruya Habeş el-Hâsib'in çalışmalarından faydalanılarak hazırlanmış olan bir zîc de Cemâleddin Ebül-Kâsım b. Mahfuz el-Müneccim el-Bağdâdi’ye ait olup 684 (1285) tarihini taşımaktadır.

Habeş'in en göz alıcı başarısı, trigonometrik fonksiyonları küresel astronominin problemlerine uygulamasında görülür. Bu çalışmalarında. İslâm trigonometri tarihinde ilk defa sinüs (ceyb mebsût) cetvellerini hazırlayan Hârizmi’yi takip ederek 0 = 0; 0°, 0: 15°. 0; 30°, 0; 45°, 1: 0°... 90; 0° değerleri için sinüs cetvelleri oluşturmuş, bu arada sinüs ile "versine"i birbirinden ayırmak için de ilk defa "ceyb ma'kûs" terimini kullanmıştır. Ayrıca onun daha önce versine için "ceyb menküs" terimini kullanan Hârizmî'den daha ileri giderek bunların arasındaki ayırımı da açık biçimde ortaya koyduğu görülür. Buna göre eğer A<90° ise ver*sine = 60P - cos A = 1 - cos A, A>90° ise versine = 60p+ cos A ve aynı şekilde eğer A<90° ise versine<sinüs. A>90° ise ver*sine > sinüs ve eğer A = 90° ise versine = sinüstür. Sarton, günümüzde tanjant karşılığı kullanılan "zil" (umbra versa) teriminin de Habeş'e ait ol*duğunu ve tanjant tablolarını ilk defa onun hazırladığını söylemektedir.

Habeş el-Hâsib, güneşin ufuktan yükselişini gözlemleyerek vakit tayini için yeni bir yol bulmuş ve bu yol kendinden sonra gelen astronomlar tarafından da kullanılmıştır. Bu yönteme göre güneş doğuş esnasında ufuk çizgisi üzerindedir ve yüksekliği sıfır olup sonradan artmaya başlar, öğle vaktinde doruk noktasına varır; daha sonra tedricî olarak azalır ve güneş akşam saatinde ufuk noktasında kaybolur. Şu halde güneşin yüksekliği doğuşundan itibaren geçen vakit, yani bu sürede geçen saat miktarıdır.

Eserleri:

1. ez-Zîc calâ mezhebi's-Sindhind. Salih Zeki'nin bu isimle tanıttığı eser, Habeş'in Siddhanta Brahmagupta adlı Hint astronomi-matematik klasiğine dayanarak hazırladığı ilk astronomi cetvelidir.

2. ez-Zîcü'l-müm*tehan. En meşhur eseri olup Me'mûn döneminde yapılan (yahut şahsen yaptığı) gözlemlere dayanılarak Batlamyus modeline göre tertip edilmiştir. Bîrûnî ve hocası İbn Irak bu zîc üzerine incelemeler yapmışlardır.

3. ez-Zicü'd-Dımaşki. Salih Zeki ez-Zîcü'l-mümte*han ile aynı eser olduğunu söylemektedir. Ancak Süleymaniye Kütüphanesi'nde ve Berlin Königlichen Bibliothek'te kayıtlı bulunan iki nüshasından, içinde ez-Zîcü'l-mümtehan'a çeşitli göndermeler yapılan ilkinin XIII. yüzyılda istinsah edildiği anlaşılmaktadır. Bu zîcin dayandığı astronomik ve matematik kurallarla parametrik değerleri inceleyen Benno van Dalen'a göre Yenicami nüshasının büyük bir bölümü Habeş'in orijinal zîc’inden aktarılmıştır. Bu nüsha üzerinde inceleme yapan Marie-Therese Debarnot da aynı sonuçlara varmıştır. Berlin nüshası ise ilkinden daha mütecanis bir metindir

4. ez-Zîc ü'ş-şağir. Zîcü'ş-şâh adıyla da anılan eser günümüze gelmemiştir. İsmi, Pehlevî dönemi astronomi yöntemlerine göre hazırlandığını akla getirmektedir.

5. ez-Zicü'1-Me'mûnî. Salih Zeki, zamanımıza ulaşmayan bu eserin ez-Zicü'd-Dımaşki gibi ez-Zîcü'l-mümtehan’la aynı eser olduğunu düşünmektedir.

6. Kitâbü Ameli'l-usturlâb. İbnü'n-Nedîm. Endelüsî ve İbnü'l-Kifti’nin zikrettiği kitap herhalde Risale fi usturlâbi'l-küri ve el-Amel bi'l-usturlâbi'l-kürî ve 'acâ'ibüh adları altında bugüne ulaşan eserlerle aynı olmalıdır.

7. Kitâb fi marifeti'l-küre ve'l-'amel bihâ. Kürenin tanımı ve astronomik rasatlarda kullanımı üzerine kaleme alınmış kısa fakat yoğun bir çalışma olup İslâm dünyasında bu konuda telif edilen ilk eserlerdendir. Tenkitli neşri R. Lorch ve P. Kunitzsch tarafından yapılarak İngilizce'ye çevrilmiş ve bir incelemeyle birlikte yayımlanmış ayrıca Adnan Ali Kermûş el-Ferrâcî tarafından bir başka ilmî neşri daha.

8. Ma'rifetü keyfiyyeti'l-erşâd ve'l-'amel bizâti'l-halak. "Zâtü'l-halak" adlı astronomi aletinin nasıl kullanılacağını anlatan eserin iki nüshası bilinmektedir.

Bunlardan başka çeşitli kaynaklarda Kitâbü'l-Ebcâd ve'l-ecrâm, Kitâbü'd-Devâ'iri's-selâsi'l-mümâsse ve keyfiyyeti'l-evşâl, Kitâbü'r-Rahâ'im ve'l-makâyîs, Kitâbü Ameli's-sutûhi'l-mebsûta ve'l-kâ'ime ve'l-mâ’ile ve'l-münharife gibi eserleri de zikredilmektedir.

(T.D.V. İslam Ans. 14/367-368)
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
HACI BAYRAM VELÎ

Orta Asya’dan yapılan göçler sonucu Oğuz Boyları; Ankara, Sinop, Bursa üçgeninde yerleşmişlerdir. Anadolu, bu Türk boylarının elinde bir asırdan biraz fazla zaman içinde İslâmlaşmış ve Türkleşmişti. Hacı Bayram Velî, Oğuz boylarının yoğun olarak bulunduğu bu üçgen içinde yer alan Ankara’nın Çubuk Çayı üzerinde şirin bir Anadolu köyü olan Zülfazıl (Solfasol) da dünyaya geldi.(1)

Asıl adı Numan olan Hacı Bayram’ın babası, Koyunluca Ahmed,(2) dedesi ise Mahmûd’dur. Annesinin adı hakkında açık bir bilgi mevcut değildir. Ancak, Solfasol köyü yakınlarındaki mezarında Arapça olarak “Bu Hacı Bayram Velî’nin annesidir” şeklinde bir ibare bulunmaktadır.

Hacı Bayram’ın hangi yıl dünyaya geldiği konusunda da şu an için kesin bir bilgi yoktur. Yalnız öteden beri onun 90 yaş civarında Hakkın rahmetine kavuştuğu söylenmektedir. Ölüm tarihi 1430 olduğu göz önüne alınırsa, onun 1340’larda(3) dünyaya geldiği söylenilebilir.

Çocukken tarım ve hayvancılıkla uğraşan babasına yardım etmekte olan Numan, okumaya olan eğilimini sezen babası tarafından Ankara’da Kara Medrese’ye verildi(4). Bu medreseyi; Melike Hatun adlı zengin, hayırsever bir kadın yaptırmıştı. Burada gençlik yıllarını ciddi bir medrese eğitimi alarak geçiren Numan, bu dönemde; Tefsir, Hadis, Fıkıh, Tasavvuf, Matematik, Astronomi, Felsefe, Arapça, Farsça, Edebiyat gibi çeşitli dersleri okudu ve icazet aldı. Sonra Bursa’ya gitti. Orada da bir süre öğrenim gördükten sonra tekrar Ankara’ya döndü.

Dinî ilimlerin yanısıra müsbet ilimleri de hayli okumuş olan Numan, artık öğretmenlik hayatına başlayabilirdi. Öyle de yaptı. İlköğrenimine başladığı Kara Medrese’de müderris oldu ve burada uzun yıllar öğrenci yetiştirdi.

Selçuklu Devletinde her yeri kasıp kavuran, yönetimi tehdit eden Batınîlik fırtınasını söndürmek üzere, İslâm tarihinde yüksek din eğitimi veren ilk medreseyi Alparslan’ın veziri Nizamü’l-Mülk yaptırmıştı. Ehl-i Sünnet inancı doğrultusunda kurulunan bu medreseler, Hacı Bayram’ın yaşadığı dönemde o ve onun yetiştirdiği öğrencileri aracılığıyla başta Ankara, Kayseri, Sivas, Erzurum, Konya, Niğde, Aksaray, Tire, Aydın, Amasya ve Tokat olmak üzere bütün Anadolu’ya yayıldı(5).

Yıldırım Bayezîd, İsfendiyaroğulları üzerine çıktığı seferde (1391 kış aylarında) askerleri ve müttefiki Bizans İmparatoru II. Manuel Palaiologos’la birlikte Ankara’ya gelerek, buruda bir ay süre ile konuk olmuşlardı. Onların mihmandarlığını Müderris Numan Efendi yapmıştı. İmparator Manuel ile ev sahibi müderris arasında, “Müslümanlık ve Hrıstiyanlık” konulu yirmi altı oturum süren dini tartışmalar cereyan etmiş, bu tartışmaları Manuel diyaloglar şeklinde kaleme almıştır(6).

Kara Medrese’de müderrislik görevini sürdürmekte olan Numan’ın talebe yetiştirmekteki mahareti ve ilmî tartışmalardaki ünü kısa zamanda etrafa yayıldı. Herkes tarafından sevilip kendisine hürmet gösterildi. O sıralarda ünlü eski müderrislerden Kayserili Ebû Hamîdüddîn hazretleri (Somuncu Baba), Ankara’lı müderris Numan Efendiyi duymuştu ve onu takdir etmekteydi. Bu muhterem zat onun kendisine gelmesini beklemeden kendisi, halifesi Sücâeddin Karamanî hazretlerini Ankara’ya yolladı. Sücâ, Ankara’ya gelip, Numan’a şeyhinin kendisini Kayseri’ye davet ettiğini söyledi. Numan’da “davete icabet etmek Hz. Peygamber Efendimizin sünnetidir” diyerek daveti kabul etti. İkisi beraberce yola çıktılar ve Kurban Bayramı’nın birinci günü Kayseri’ye vardılar. Müderris Numan Efendi, Ebu Hamid Hazretleri'nin elini öptü, bayramlaştılar. Şeyh Ebu Hamîd hazretleri: “Bugün iki bayramı birden yaşıyoruz, senin adın da bundan böyle Bayram olsun” diyerek, Müderris Numan Efendi’nin adını “Bayram” olarak değiştirip, onu bu şekilde onurlandırdı.

Artık Hacı Bayram kırkbeş yaşlarında müderrisliği bırakıp, yeniden Şeyh Ebû Hamîd’e (Somuncu Baba) öğrenci oldu. Burada Tasuvvufî eğitimine hızla devam eden Bayram, 1395’li yıllarda Somuncu Baba ile beraber başkent Bursa’ya gitti. Orada Çelebi Sultan Medresesi’nde (Yeşil Medrese) müderrislik yaptı. Ebu Hamîd’de ekmekçilik ile meşgul olduğundan Somuncu Baba diye tanınıyordu.

1400 yılında Somuncu Baba ile Bursa’dan ayrılan Hacı Bayram, üç yıl süren uzun bir yolculuğa çıktı. Bu yolculukta Şam’a uğradılar. Orada bir müddet kaldıktan sonra Hac vazifesini ifa etmek üzere Hicaz’a gittiler. Bu arada Ankara Savaşı (1402) olmuş, Hacı Bayram ve Somuncu Baba’nın Anadolu topraklarında olmayışları onları muhtemel bir esirlikten kurtarmıştır. Zira Timur savaştan sonra fethettiği topraklardaki alim ve sanatkârları toplayıp Semerkant’a göndermişti. Hatta emir Sultan bile bu esirler arasındaydı.(7) Daha sonra Anadolu’ya dönmesine müsade edildi.

Hicaz’dan Anadolu’ya dönen Hacı Bayram ve Somuncu Baba bir müddet Darende’de kaldıktan sonra Aksaray’a gelip yerleştiler. Hacı Bayram, Hocası Somuncu Baba’nın yanında din ve fen ilimlerinde, tasavvufta yüksek derece ve mevkilere kavuştu. Hocası vefat edene dek (1412) onun yanından hiç ayrılmadı. Hocası vefat edince Ankara’ya döndü ve “Bayramiye Tarikatı”nı kurdu. ( 8 )

Tarikatını işler hale getirmek üzere bir tekke inşa etmeye karar verdi. Ulus semti yakınlarında August mabedinin yanına (Eski Hristiyan Kilisesi) tekkenin inşa edilmesi kararlaştırıldı. Bu karar, onun geniş dini hoş görüsünün muazzam bir eseri olmalıdır.

Söz konusu eser 1415 yılında tamamlandı. Bu caminin ilk imamı, manevî eğitimini Hacı Bayram’ın yanında tamamlayan ve mezarı İznik’te bulanan Eşrafoğlu Rumî hazretleridir.

Hacı Bayram Velî’nin âlî bilgisi ve güven telkin eden yönü, onun etrafında; Eşrefoğlu Rumî, Akşemseddin-i Velî, Bıçakçı Ömer Sekinî, Uzun Selahaddin, Yazıcıoğlu Ahmed Bican ve Mehmed Bican(9) vb. düşünen ve yazan münevver âlim insanların toplanmasına vesile olmuştur.

Bu arada tasavvuf kökenli Şeyh Bedrettin İsyanı (1420) bastırılmış, Sultan II. Murad tahta geçmişti (1421). Edirne’de bulunan yönetim Anadolu’daki tasavvufî kımıldanışlardan ürküyordu. Böyle bir ortamda Bayramîliğin popüler hale gelip yayılması, Edirne yönetiminin dikkatini çekmişti.Yönetim Hacı Bayram Velî’nin ne denli büyük bir maneviyat önderi olduğunu bilmiyordu. Bu olumsuz durum üzerine padişaha yaranmak isteyenler , bu yeni Şeyh hakkında padişaha yanlış bilgiler verdiler. Aldığı yalan istihbaratlar sonucu 17 yaşındaki genç padişah, Hacı Bayram Velî’nin edirne’ye getirilmesini emretti. Bu iş bir çavuşa verildi. Bu çavuş Ankara’ya geldi ve Hacı Bayram’a, padişahın kendisini Edirne’ye davet ettiğini söyledi. Hacı Bayram da “Ülülemre icabet vaciptir” diyerek yol hazırlığına koyuldu.

Yola çıktılar. On yedi gün süren yolculukta çavuş, Hacı Bayram Velî’ye hayran kaldı. Edirne’ye varıldığında Sultan II. Murad Hacı Bayram Velî’yi görünce, içinde ona karşı derin bir saygı ve sevgi hissi uyandı. Padişah ve vezirlerle uzun uzun sohbet eden Hacı Bayram; onlara halka adil davranmalarını, devletin malına tamah etmemelerini, zulümden uzak kalmalarını tavsiye etti. Burada kaldığı süre içinde sık sık Sultan Murad ve vezirlerle sohbet ederek onlara doğru yolu gösterdi. Eski Camii’de bir aya yakın vaaz verdi. Onun vaaz verdiği kürsü teberrüken hâla korunmaktadır. Bu kürsünün üzerinde “Burası Hacı Bayram Velî’nin Makamıdır” şeklinde Arapça bir yazı bulunmaktadır.

Sultan II. Murad bu büyük "Velî"yi derin hürmet ve saygıyla Ankara’ya uğurlarken , gözleri yaşarmıştı. Ona olan mubabbeti sebebi ile de mürîdlerini vergiden muaf tuttu.(10) Bayramîlerin vergiden muaf tutulmaları tarikatın faaliyetlerini daha da güven içinde sürdürmesine ve hızla ilerlemesine vesile oldu. Bu vergi muafiyeti yüzünden Ankara’da vergi toplanamaz hale geldiğini öğrenen II. Murad’ın Hacı Bayram’a kaç mürîdi olduğunu kendisine bildirmesini istemesiyle ilgili meşhur menkıbe (Sarı Abdullah Efendi, s. 240) Bayramiyye’nin bu yıllarda ne kadar yaygın olduğunu açıkça ifade etmektedir.

Orhan Gazi, I. Murad, Yıldırım Bayezîd, Çelebi Mehmed, ve II. Murad devirlerini idrâk ederek, beş Osmanlı Padişahı dönemini görmüş ve kurduğu Bayramîlik tarikatı ile Anadolu’nun manevî yapısının şekillenmesinde büyük katkıları olan Hacı Bayrâm Velî, 1430 yılında Ankara’da vefat etti.(11) Vefatından birkaç yıl önce yaptırılan ve kendi adıyla anılan caminin yanına defnedildi. Kabrinin üzerine daha sonra inşa edilen türbe, Ankara’nın en önemli ziyaret yerlerinden biridir

Vefatından sonra Bayramiyye yolunu talebelerinden Akşemseddin ve Bıçakçı Ömer Efendi devam ettirmişlerdir. Cümlesine Allah rahmet eylesin.

O şöyle der:

“Hiddet ve kin, hakikatleri gören gözleri kör eder.

Öfke, iyi düşünmeyi daraltır, yanıltır.”

“Nefsinizi daima kontrol altında tutunuz.

Ateşe sürüklenmemesi için onu kendi haline bırakmayınız.”


Kaynaklar:

1- Mehmet Ali Okhan, Hacı Bayram-ı Velî, Ankara, 1950, s. 41.

2- Yeni Türk Ansiklopedisi, Cild 3, s. 1169.

3- Doç. Dr. Ethem Cebecioğlu, Hacı Bayram Velî, TDV. Yay. Ankara, 1998, s. 7-9

4- Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 5, s. 2570.

5- Doç. Dr. Ethem Cebecioğlu, A.g.e., s. 10,11.

6- TDV. İslam Ansiklopedisi, C. 14, s. 443-444

7- Doç. Dr. Ethem Cebecioğlu, A.g.e., s. 21,22.

8- Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayram-ı Velî, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara-1989, C.1, s. 22.

9- Yeni Rehber Ansiklopedisi, C. 5, s. 198

10- Doç. Dr. Ethem Cebecioğlu, A.g.e., s. 25-28.

11- TDV. İslam Ansiklopedisi, C. 14, s. 445.
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
HACI BEKTAŞ-I VELÎ

Mutasavvıf, Bektaşî Tarikatının Pîri

Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında yaşayan evliyânın büyüklerinden. İsmi, Seyyîd Muhammed bin İbrâhim Atâ, lakabı Bektâş'tır. Horasan'ın Nişâbûr şehrinde 1281 (H. 680) senesinde doğdu. Hacı Bektâş-ı Velî'nin soyu Hazret-i Ali'ye dayanır. 1338 (H.738) senesinde Kırşehir'e yakın bir yerde vefât etti. Vefâtı hakkında başka rivâyetler de vardır. Türbesinin bulunduğu kasabaya sonradan Hacıbektaş ismi verildi.

Daha çocukken ilim öğrenmesi için âilesi tarafından Şeyh Lokmân-ı Perende'ye teslim edildi. Lokmân-ı Perende, Ahmed-i Yesevî hazretlerinin halîfelerinden olup, zâhir ve bâtın ilimlerinde çok derinleşmişti. Bektâş-ı Velî'nin daha çocukken birçok kerâmetleri görüldü. Bir gün Lokmân-ı Perende onun yanına girmiş ve odasını nur ile dolu görünce şaşırmıştır. Bu sırada; Bektâş-ı Velî'nin iki yanında, Kur'ân-ı kerîm okuyan iki nûrânî zât duruyordu. Lokmân-ı Perende onun yanına girince, bunlar kayboldu. Lokmân-ı Perende, Bektâş-ı Velî'ye onların kim olduğunu sordu. O da; "Birisi Server-i Âlem Efendimiz(S.A.V.) diğeri ise Hazret-i Ali(r.a) idi." cevâbını verdi.

Yine bir gün hocasından ders dinlerken, namaz vakti geldi. Hocası hizmetçisinden abdest almak için su istedi. Bektâş-ı Velî hocasına; "Bir nazar etseniz de, su buradan aksa, dışarıya gitmeye gerek olmasa." dedi. Hocası; "Benim kudretim bunu yapmaya yetmez." cevabını verdi. Bunun üzerine o sırada Bekâş-ı Velî, Allahu Teâlâ'ya duâ etti. Hocası da "Âmin" dedi. O anda medresenin ortasında latîf bir su çıkıp, kapıya doğru akmaya başladı. Pınarın başında renk renk çiçekler açtı.

Bu hâdiseden bir süre sonra, Lokmân-ı Perende hacca gitti. Arafat'ta kıbleye doğru döndükleri esnâda, talebelerine; "Yârenler! Bugün Arefedir. Şimdi bizim evde yemekler pişirilir." dedi. Bu söz, Allahü Teâlâ'nın kudretiyle, Bektâş-ı Velî'ye mâlum oldu. Tam o sırada hocasının evinde yemekler pişiyordu. Bektâş-ı Velî hemen bir tepsi yemeği aldığı gibi, bir anda hocasına sundu. Hocası Nişâbûr'a dönünce, onun bu kerâmetini herkese anlattı ve Hacı lakabını verdi. Bu esnâda Horasan'da bulunan âlimler, Lokmân-ı Perende'ye hac mübârekesine geldiklerinde, medresede akan suyu görünce şaşırdılar. Bunun sebebini sordular. Lokmân-ı Perende; "Bu kerâmet, Hacı Bektâş'ındır." dedi. Sonra onun gösterdiği kerâmetlerini gelen âlimlere anlattı. Onlar bütün bunların bir çocuktan zuhûr etmesine şaştılar. Bunun üzerine Hacı Bektâş-ı Velî, âlimlere; "Ben, Resûl-i Ekrem(S.A.V.)'in soyundanım. Bana bunları çok görmeyiniz. Bunlar, Allahü Teâlâ'nın bana bir ihsânıdır." dedi.

Hacı Bektâş-ı Velî, tahsilini tamamladıktan sonra Anadolu'ya geldi. Halka doğru yolu göstermeye başlayan ve kıymetli talebeler yetiştiren Hacı Bektâş-ı Velî, kısa zamanda tanınarak büyük rağbet gördü. Bu sırada Anadolu'da dînî, iktisâdî, askerî ve sosyal teşekkül olan ve kendisinin de bağlı olduğu "Ahîlik Teşkilâtı" ile büyük hizmetler yapan Hacı Bektâş-ı Velî ve talebeleri, Osmanlı sultanları tarafından da sevildi ve hürmet gördü. Bu sıralarda kuruluş devrinde olan Osmanlı Devleti'nin sağlam temeller üzerine oturmasında büyük hizmetleri ve himmetleri oldu. Sultan Orhan zamânında teşkil edilen Yeniçeri ordusuna duâ ederek, askerlerin sırtlarını sıvazladı. Onlara İslâmiyet'ten ayrılmamalarını nasîhat etti. Böylece Hacı Bektâş-ı Velî'yi kendilerine mânevî pîr olarak kabul eden Yeniçeri ordusu, mânevî hayâtını ve disiplinini ona bağladı. Hacı Bektâş-ı Velî, asırlarca Yeniçeriliğin pîri, üstâdı ve mânevî hâmisi olarak bilindi. Bu bağlılık ve muhabbet, Yeniçerilerin sulh zamânındaki tâlimleri ve harplerdeki gayret ve kahramanlıklarında çok müspet neticeler verdi. Bütün bunlar, halk ile Yeniçeriler arasındaki yakınlığı kuvvetlendirdi. Yeniçeriler, dervişler gibi cihâd azmiyle dolu ve görülmemiş derecede kahraman ve fedâkâr oluşlarında, bu hâdiseler müsbet tesirler gösterdi. Yeniçerilerin;"Allah, Allah! İllallah! Baş uryân, sîne püryân, kılıç al kan. Bu meydanda nice başlar kesilir. Kahrımız, kılıcımız düşmana ziyân! Kulluğumuz pâdişâha ayân! Üçler, Yediler, Kırklar! Gülbang-i Muhammedî, Nûr-i Nebî, Kerem-i Ali... Pîrimiz, sultânımız Hacı Bektâş-ı Velî..." diyerek savaşa başlamaları, bunun mânidâr bir ifâdesidir. Hacı Bektâş-ı Velî'nin Malâlât adlı Arapça bir eseri vardır. Sonradan nefes adıyla yazılan ve ona nisbet edilen şiirler onun değildir.

Buyurdu ki: "Tarîkatın, tasavvuf yolunun ilk makâmı, bir âlime cân u gönülden bağlanıp, tövbe etmektir. Tövbe, can u gönülden olan pişmanlıktır ve mutlaka yapılmalıdır. Tövbe ederken gözyaşı dökmelidir. Tövbeyi kabul edecek Allahü Teâlâ'dır. Tövbe ettikten sonra O'na tevekkül etmelidir. İkinci makâmı, talebe olmaktır. Üçüncü makâmı, mücâhede, nefse zor gelen, nefsin istemediği şeyleri yapmaktır. Dördüncü makâmı, hocaya hizmettir. Beşinci makâmı, korkudur. Altıncı makâmı, ümitli olmaktır. Yedinci makâmı, şevktir ve fakirliktir.

Mârifetin birinci makâmı edep, ikinci makâmı, korkudur. Üçüncü makâmı, az yemektir. Dördüncü makâmı, sabır ve kanâttır. Beşinci makâmı, utanmaktır. Altıncı makâmı, cömertliktir. Yedinci makâmı, ilimdir. Sekizinci makâmı, mârifettir. Dokuzuncu makâmı, kendi nefsini bilmektir."

1338 senesinde vefât eden Hacı Bektâş-ı Velî'nin derslerini ve sohbetlerini tâkib ederek onun tarîkatına bağlananlara, tasavvuftaki usûle uyularak "Bektâşî" denildi. bu temiz, îtikâdları düzgün olan ve ibâdetlerini yapan Bektâşîler zamanla azaldı. Daha sonra yapılan bir takım değişiklikler sebebiyle, hakîkî Bektâşîlik unutuldu ve zamânımızdan yüz sene önce ise hiç kalmadı. Herkes tarafından sevilen, hürmet ve îtibâr edilen bu isim, Hurûfî denilen sapık kimseler tarafından da siper olarak kullanıldı. İslâmiyeti yıkmak için kurulan bozuk yollardan biri olan Hurûfiliğin kurucusu Fadlullah Hurûfî, Tîmûr Han tarafından öldürülünce, dokuz yardımcısı kaçarak Anadolu'ya geldiler. Bunlardan Aliyyül-A'lâ ismindeki kimse, bir Bektâşî tekkesine geldi. Câvidân adlı kitaplarını gizlice yaymaya, câhilleri aldatmaya başladı. Hacı Bektâş-ı Velî'nin yolu budur dedi. Hâlbuki Hacı Bektâş-ı Velî'nin yolundan ayrılmayan hakîkî Bektâşîler, bunlardan tamâmen ayrıldılar. Hurûfîlik, haramlara helâl, nefsin arzu ettiği kötü arzulara, serbesttir dediği için, bozuk rûhlu insanlar arasında çabucak yayıldı. Sözlerine "Sır" deyip, çok gizli tutulmasını emrederlerdi. Sırları yabancılara açanları öldürdükleri bile olurdu. Sırları Câvidân kitabında a, c, v, z, ... gibi harflerle işâret edilmektedir. Hurûfîler, Bektâşîlik ismini kendilerine perde yaparak, bu perde arkasında çalışmışlardır.

Hacı Bektâş-ı Velî'nin Şiîlikle ilgisi bulunduğunu söyleyenler yanında, bâzıları da onun sapık Baba Resûl'ün halîfesi olduğunu, namaz kılmadığını ve şerîata aldırmadığını kaydetmektedirler. Oysa Makâlât'ın asıl nüshaları tetkîk edildiğinde, onun; İslâm dînine sıkı sıkıya ve sağlam bir şekilde bağlı, İslâmiyet'e uymayan davranışlara şiddetle karşı çıkan mübârek bir velî olduğu anlaşılmaktadır. Diğer taraftan Hacı Bektâş-ı Velî devrine en yakın zamanda yazılmış olan Tiryâkü'l-Muhibbîn'de Vâsıtî onun Ahmed-i Yesevî'ye mensûb olduğunu zikretmekte ve şu silsileyi vermektedir: Es-Seyyid Bektaş el-Horasânî, Ahmed-i Yesevî, Abdülhâlık Gocdüvânî, Yûsuf-ı Hemedânî, Ebû Ali Fârmedî, Ebu'l-Hasan Harkânî, Abdülkâsım Gürgânî, Ebû Osman Mağribî ve Cüneyd-i Bağdâdî yolu ile Hazret-i Ali'ye ulaşmaktadır.

Hacı Bektâş-ı Velî, her gün gelip, şimdiki dergâhının bulunduğu yere otururdu. Onu sevenler; "Gâliba Hacı Bektâş-ı Velî hazretleri burada bir dergâh binâ edilmesini istiyor, o yüzden gelip buraya oturuyor" dediler. Daha sonra Hacı Bektâş-ı Velî'nin hizmetini gören Sarı İsmâil'e, Hacı Bektâş'ı sevenlerden biri, buraya bir dergâh yaptırmaya niyet ettiğini söyledi. Sarı İsmâil de, gelip durumu hocasına arz etti. Hacı Bektâş-ı Velî; "Ona söyle. Bir usta getirsin. Biz istediğimiz büyüklükte bir dâire çizelim. Ayrıca yeteri kadar taş getirtip, yonttursun, hazır etsin." dedi.

Sarı İsmâil, bu durumu o şahsa bildirince, çok sevindi ve hemen bir mîmâr getirdi. Hacı Bektâş-ı Velî de kalkıp, mübârek eliyle şimdiki dergâhın bulunduğu yeri çizdi. O mîmâr da, dergâhın inşâsı için yetecek kadar taş getirtip, yontturdu. Taşların yontulma işinin bittiği gecenin sabahı, herkes, dergâhın yapılmış olduğunu gördü. Dergâhı yaptıracak kimse, derhâl Sarı İsmâil'in yanına gelip; "Ben bu binânın yaptırılması için usta getirdim, taş getirdim ve yaptırma sevâbına kavuşmak istedim. Fakat her kimse bir gecede yaptırmış." diyerek üzüntülerini belirtti. Sarı İsmâil, durumu derhâl hocası Hacı Bektâş-ı Velî'ye bildirdi. Bunun üzerine Hacı Bektâş-ı Velî; "Ey İsmâil! O beni sevene söyle, bu dergâhı zâhirden birisi gelip yaptırmadı. Allahü Teâlâ'nın izni ile bir anda yapıldı. Sevâbı yine onun amel defterine yazılmıştır." dedi. İsmâil durumu derhâl o kimseye bildirdi. O zât da Allahü teâlâya şükür secdesi yaptı.

Kaynaklar:

1- Şakâyık-ı Nu'mâniyye Zeyli (Mecdî Efendi); s.44
2- Rehber Ansiklopedisi; c.7, s.8
3- Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1080
4- Makâlât, Süleymâniye Kütüphânesi, Denizli Kısmı, No: 131/4)
5- Tiryâk-ul-Muhibbîn; s.47
6- Tıbyân-ül-Vesâil; c.1, s.129
7- Kâşif-ül-Esrâr; s.3
8- İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.10, s.129
9- Sefînetü'l-Evliyâ; c.1, s.395
10- Makâlât-ı Hacı Bektaşı Velî (Ter. Esad. Coşan)
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
ELMALILI HAMDİ YAZIR

Hak Dini Kur'an Dili adlı tefsiriyle tanınan son devir din alimlerinden.

1878'de Antalya'nın Elmalı ilçesinde doğdu. Aslen Burdur'un Gölhisar ilçesine bağlı Yazır köyünden olan babası Numan Efendi Elmalı Şer'iyye Mahkemesinde başkatipti. Dedeleri Mehmed, Bekir, Hasan ve Bedreddin Efendiler İlmiye sınıfına mensuptu. Annesi Fatma Hanım Sarlarlı Mehmed Efendi'nin kızıdır. İlk ve ortaöğreniminin yanı sıra hafızlığını Elmalı'da tamamlayan Muhammed Hamdi, tahsiline devam etmek üzere dayısı Mustafa Efendi ile birlikte İstanbul'a gitti ve Küçük Ayasofya Medresesi'ne yerleşti. 1895 Beyazıt Camii'ndeki derslerine devam ettiği Kayserili Mahmud Hamdi Efendi'den icazet aldı. Bundan sonra hocası Büyük Hamdi, kendisi de Küçük Hamdi diye anılmaya başlandı; yazılarında da bu imzayı kullandı. Soyadı kanunu çıkınca babasının köyünün ismini (Yazır) soyadı olarak aldıysa da daha çok doğum yerine nisbetle Elmalılı diye meşhur oldu. Tahsili esnasında Bakkal Arif Efendi ile Sami Efendi'nin hat derslerine devam ederek onlardan da icazet aldı. 1904 yılında girdiği ruus imtihanını kazandı. Bu sırada devam ettiği Mekteb-i Nüvvab'ı birincilikle bitirdi, Bir taraftan da kendi gayretiyle edebiyat, felsefe ve musiki öğrendi. Ülkeyi çağdaş ilim ve medeniyet seviyesine ulaştırmaya vesile olabileceği ümidiyle meşrutiyet idaresini hararetle savunmaya başladı ve bu görüşü temsil eden İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin ilmiye şubesine üye oldu. Avrupai tarzda bir meşrutiyet yerine şeriata uygun bir meşrutiyet modeli geliştirmek için çalışmalar yaptı. Beyazıt Medresesi'nde iki yıl süren dersiamlık görevinden sonra II. Meşrutiyet'in ilk meclisine Antalya mebusu olarak girdi. II. Abdülhamit'in tahttan indirilmesine rıza göstermeyen fetva emini Nuri Efendi'yi ikna edip fetva müsveddesini yazmak suretiyle bu konuda etkili bir rol oynadı. Daha sonra Şeyhülislamlık Mektubat Kalemi'nde görev aldı. Mekteb-i Nüvvab ve Mekteb-i Kudat'ta fıkıh, Medresetü'l-mütehassısin'de usul-i fıkıh, Süleymaniye Medresesi'nde mantık, Mülkiye Mektebi'nde vakıf hukuku dersleri okuttu. 1915- 1917 yıllarında huzur derslerine muhatap olarak katıldı. 1918'de şeyhülislamlık bünyesinde kurulan Darü'l- hikmeti'l- İslamiyye azalığına, bir müddet sonra da bu müessesenin reisliğine tayin edildi. Israrlı teklifler üzerine Damad Ferid Paşa'nın birinci ve ikinci hükümetlerinde Evkaf nazırı olarak görev yaptı. Bu görevde iken ikinci rütbeden Osmanlı nişanı ile ödüllendirildi. 15 Eylül 1919'da ayan heyeti üyeliğine tayin edildi: İlmi rütbesi de Süleymaniye Medresesi müderrisliğine yükseltildi. Cumhuriyetin ilanı üzerine memuriyet yaptığı kurumlar lağvedilince açıkta kaldı. Milli Mücadele sırasında İstanbul hükümetlerinde görev yaptığı için İstiklal Mahkemesi'nce gıyabında idama mahkûm edilmesi üzerine Fatih'teki evinden alınarak Ankara'ya götürüldü ve kırk gün tutuklu kaldı. Mahkeme sonunda muhtemelen İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne üye olması sebebiyle suçsuz bulunarak serbest bırakılınca İstanbul'a döndü. Bundan sonra camiye gitme dışında evinden hiç çıkmadı. Bir geliri olmadığından maddi sıkıntı çektiği bu dönemde Metalib ve Mezahib adlı tercüme eserini tamamladı. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde Türkçe bir tefsir hazırlatılması kararı alınınca Diyanet İşleri Reisliği bu işi kendisine teklif etti. Elmalılı teklifi kabul ederek tefsiri yazmaya başladı: Hak Dini Kur'an Dili adını verdiği eserini vefatından önce bitirmeye muvaffak oldu. 27 Mayıs 1942'de, uzun müddet müptela olduğu kalp yetmezliğinden Erenköy'de damadının evinde vefat etti ve Sahrayıcedid Mezarlığına defnedildi.

Çağdaşları arasında benzerine az rastlanan geniş kültürlü mütefekkir bir din âlimi olan Elmalılı Muhammed Hamdi aynı zamanda sanatçı bir kişiliğe sahipti. Türkçe, Arapça ve Farsça şiirler yazmasına rağmen edebi yönüyle pek tanınmamıştır. Eserlerinde kullandığı dil üzerinde yapılan incelemelerden anlaşıldığına göre Elmalılı yazılarında genellikle sade Türkçe kelimeleri tercih etmiş, ancak Türk dilinin öz malı haline gelen Arapça, Farsça ve Batı kaynaklı kelimeleri de ihmal etmemiştir. İlmi ve dini konulara ilişkin yazılarında ise oldukça ağır ve ağdalı bir üslup kullanmış, yer yer secili cümleler kurmuş, mantık örgüsü sağlam uzun cümleler kullanmakta başarılı olmuştur.

Musikiye de aşina olan Elmalılı'nın sanatçı kişiliği daha çok hattatlığında ortaya çıkar. Sülüs, nesih, talik ve celi türünde çeşitli levhalar yazmıştır. Çoğu torunlarına ait koleksiyonlarda bulunan hatlarında arayış psikolojisinin hâkim karakter haline geldiği kabul edilir. Muhammed Hamdi rik'a ve icazet hattında da başarılı görülmüş, böylece son devrin seçkin hattatları arasında sayılmıştır.

İlmi Şahsiyeti. Elmalılı, İslam ümmetinin içtimai vicdanını kaybetmesinin büyük felaketlere sebep olacağını, müslümanları Avrupalılaştırmanın bir hata olduğunu ve kurtuluşun Avrupa'yı içimizde eritip kendi değerlerimizi korumakla mümkün olabileceğini yazılarında ısrarla belirtmiştir. Ona göre Batı'nın değerlerinden değil ilminden faydalanmak gerekir. Çünkü insanlar ancak İslami esaslara bağlı kalmakla mutlu olabilirler. Esasen insanlık kendi türünü devam ettirebilmek için bir gün mutlaka İslamiyeti benimsemeye mecbur kalacak ve gelecekte İslam dini daha iyi anlaşılıp uygulanacaktır. Muhammed Hamdi, İslami ilimlerdeki derin vukufunun yanı sıra felsefi düşünce ve pozitif ilimler alanında da sağlam bir anlayışa sahipti. Nitekim dini endişelerle pozitif ilimlerin önüne engel konulmaması gerektiğini kuvvetle savunmuştur. Dini, kendi arzularıyla iyilik yapacak ve kemale erecek insanlar yetiştiren bir eğitim müessesesi veya insanları kendi istekleriyle tabiatta gözlenen zorunluluk ve baskıların üstüne yükseltecek olan bir hürriyet yolu olarak görür.

Elmalılı'ya asıl ününü kazandıran eseri Hak Dini Kur'an Dili adlı meşhur tefsiridir. Ona göre Kur'an-ı Kerim hiçbir dile hakkıyla tercüme edilemez. İhtiva ettiği manaları keşfetmek çok zor olmakla birlikte Kur'an'ı tefsir edebilmek için kelimelerin gerçek anlamını belirlemek, lafız ve mana bakımından ilişkili olan kelimeler arasında bağlantı kurmak, lafızların yer aldığı metnin genel kompozisyonunu dikkate almak ve neticede kastedilen asıl mana ile tali manaları ayırt etmek gerekir. Eski ve yeni ilmi teorilerin hepsi doğru veya yanlış addedilmemeli, Kur'an tefsirini, bir zaman için geçerli görülen belli ilmi ve felsefi görüşlerin sınırlarına çekerek fikirleri ve vicdanları daraltmamalıdır. Tefsirde hem rivayet hem dirayet metodunu kullanan Elmalılı lbn Cerir et-Taberi, Zemahşeri, Ragıb el-İsfahani. Fahreddin er-Razi, Ebu Hayyan el-Endelüsi, Şehabeddin Mahmud el-Alusi gibi belli başlı müfessirlerin eserlerinden geniş ölçüde faydalanmış. tasavvufi konularda Muhyiddin lbnü'l-Arabî'nin kitaplarından alıntılar yaparak fikirlerini bazen tasvip etmiş bazen eleştirmiş, fıkhi konularda genellikle Hanefi kaynakları ile yetinmiştir. Kur'an'ı tefsir ederken döneminin tartışma konularına da yer verip bunlardan Kur'an'a uygun olan görüşleri belirlemeye çalışmıştır. Akli bir zaruret olmadıkça ayetleri mutlaka zahiri manada anlamayı gerekli görmüş, Muhammed Abduh'un, Fil süresini tefsir ederken ebabil kuşlarının Ebrehe ordusuna attığı taşların kızamık veya çiçek mikrobu taşımış olabileceğini ileri sürmesi örneğinde olduğu gibi zorlama tevilleri Kur'an'ı tahrif olarak kabul etmiştir. Elmalılı ilmi tefsir tarzına da önem vererek çiçeklerin rüzgar vasıtasıyla aşılanmasından söz eden ayetin(el-Hicr 15/22) çiçeklerin de erkek ve dişilerinin bulunduğuna işaret ettiğini belirtmiş, bu tür bilgileri Kur'an'ın ilahi menşeli bir kitap olduğunu kanıtlayan mucizeler saymıştır. Hak Dini Kur'an Dili'nin umumiyetle geleneksel tefsir çizgisinde yer aldığı kabul edilmekle birlikte Hz. İsa'nın babasız olarak dünyaya gelişini, monomer (bir analı) bir hücreden teşekkül etmiş olabileceği şeklinde açıklayan yorumunda olduğu gibi çağdaş ilmi verilerden hareketle Kur'an'a yeni yorumlar getiren Muhammed Hamdi'nin önceki alimlerin bazı ayetlere verdiği manaları isabetsiz bularak onlara yeni anlamlar vermesi onun orijinal tefsir yapabilen bir alim olduğunu kanıtlar mahiyettedir.

Kendi ifadesine göre ictihad ehliyetine haiz bir âlim olan Elmalılı, fıkıh ve usul-i fıkıh sahasında derin vukuf sahibi idi. Ona göre delillerini ve illetlerini anlamadan hükümleri ezberleyip nakletmek fıkıh bilmek demek değildir. Fıkıh bilmenin en aşağı mertebesi mansus bir illetin tatbikinden ibaret bir tahkik'tir. Müslümanlar meselelerini çözmek için mucize beklememeli, bunları yetiştirecekleri âlimlerin yapacakları ictihadlarla halletmelidirler. Müslümanların İslami esaslara dayanmayan kanunlara boyun eğmesi zor olduğundan ihtiyaç duyulan kanuni düzenlemeler mutlaka İslam hukuk felsefesine göre hazırlanmalı, bunun için uzmanlardan oluşan bir ilim heyeti oluşturulmalı, bu heyet öncelikle Hanefi fıkhından başlayıp cem' ve telif yapmalı, kanun haline dönüştürülmeye uygun hükümler hangi mezhebe ait olursa olsun alınmalı, hiçbir mezhepte hükmü bulunmayan meselelerde ise Avrupa kanunlarından aktarmalar yapmak yerine usül-i fıkıh esasları çerçevesinde ictihadlar yapılmalıdır. Bu şekilde bütün medeniyetlerin takdir edeceği kanunların hazırlanması mümkündür. Bu ameliye mezheplerin telfiki olarak da anlaşılmamalıdır. Zira burada bir meselede iki mezhebe göre amel etmek söz konusu değildir. Hanefi usul-i fıkıh ekolüne bağlı olan Elmalılı'ya göre icmaa dayalı meselelerin esasını teşkil eden şura müzakereleri ashap devrinden sonra Kur'an'ın konuya atfettiği öneme uygun şekilde geliştirilmemiştir. Her ne kadar bir kişinin şaz görüşlerle amel etmesi caizse de icmai hususlarda ittifak noktaları araştırılmadan şaz görüşlerin dikkate alınması tevhid şiarına aykırıdır. Naslardaki hükümlerin değişmesi mümkün değildir. Zira bu nevi hükümler insanların değişmeyen özellikleriyle ilgilidir. İctihada dayanan hükümler ise zamana ve fertlere göre değişebilir. Hüküm koymakta kıyasın kullanılmasını Kur'an'ın bir emri olarak gören Elmalılı'nın seferle ilgili görüşleri dikkat çekicidir. Ona göre yolculuk sırasında namazların kısaltılmasından maksat rekat sayısını azaltmak değildir. Çünkü ilgili ayete bu şekilde verilecek bir mana akşam ve sabah namazları için geçerli olmaz. Şu halde namazları kısaltmaktan maksat, "kıyam" yerine "kuud" veya "rüküb" (binekli), rükü ve sücud yerine de ima ile iktifa ederek namazın keyfiyetinde kısaltma yapılması olmalıdır. Tren gibi vasıtalarla üç günden az bir süre yolculuk yapanlara seferi ruhsatı verilemez. Çünkü yolculuk için kullanılan nakli vasıtası kendi yolu ve kendi hızıyla nazarı itibara alınır. Yolculuk süresi ise asgari üç gündür. İki gün yaya yolculuk yapan kimseye sefer ruhsatı verilemezken bir gün, hatta yarım gün yolculuk yapan tren yolcusuna sefer ruhsatı tanımak şeriata aykırıdır ve dolayısıyla günahtır. Bu görüşünden dolayı dönemin Diyanet işleri Reisi Ahmed Hamdi Akseki tarafından tenkit edilen Elmalılı fikrinde ısrar ederek karşı görüşleri eleştirmiştir

Muhammed Hamdi tasavvufla da ilgilenmiştir. Tefsirini hazırlarken vahdet-i vücud konusunda yer yer tenkit ettiği İbnü'l-Arabî'den bol miktarda iktibaslar yapması ve zaman zaman sufi meşrepli bir üslup kullanması tasavvufi temayülünün işaretleri sayılmalıdır. Ayrıca onun şabaniyye tarikatına mensup olduğu da söylenir. Elmalılı'ya göre insanın ferdi ve içtimai hayatına ait hazlarını ve fıtri ihtiyaçlarını akamete uğratacak bir hayat tarzı, başka bir ifadeyle insanı beşeri ve cismani bütün özelliklerinden ayırıp onu sırf ruhani bir varlık gibi yaşatma eğilimi İslam'da makbul sayılmamıştır. Zühd ve takvanın manası nefse eziyet etmek değil onu itidal çizgisine çekmektir. "Her mevcut Allah'tır" demek şirktir. Bununla birlikte. "Allah'tan başka mevcut yoktur" tarzında özetlenen vahdet-i vücud nazariyesini Allah'ı yegâne vacibü'l-vücud, masivayı da ona bağlı olan mümkin ve izafi varlıklar şeklinde anlamakta sakınca yoktur. Keşfe mazhar olan havas marifetullah konusunda ileri merhalelere ulaşabilir. Ancak bunların görüşleri vahiy gibi telakki edilmemeli, zahir ulemasının her söylediği de mutlaka doğru görülmemelidir. "Hakikat-i Muhammediyye'in zuhuru bütün hilkatin gayesidir.

Üç dört yıl aralıksız felsefe ile meşgul olan Muhammed Hamdi. Batılı bazı yazarların mantık ve felsefe kitaplarını tercüme etmek, pozitivizm, materyalizm ve tekâmül nazariyesi başta olmak üzere çeşitli felsefi sistemleri eleştirmek suretiyle felsefede de söz sahibi bir âlim olduğunu göstermiştir. Bilgiler arasındaki ilişkileri düzenleyerek mutlak senteze varmayı önemli gören Elmalılı, diğer mütefekkir ve alimlerden bağımsız olarak düşünebilmesi ve onları yer yer eleştirerek farklı görüşler ortaya koyması açısından müslümanların tefekkür hayatının canlanmasına katkıda bulunmuştur. Elmalılı varlık şuurundan insanın açık seçik bilgisine, oradan da Allah'ın varlığına ve idealist bir âlem anlayışına ulaşabilmiş, nübüvvet konusunu felsefi problemler arasına alarak felsefe - din kavgasına köklü bir çözüm getirmeye çalışmıştır. Ona göre mutlak olarak dinle çatışan filozoflar gerçeğe ulaştıklarından değil gerçeği kavrayamadıklarından bu tavır içine girmişlerdir. Gözlem ve deneycilikte bir taassup olan pozitivizm gerçekte fikri taassuba kapılmış ve duyu ötesini inkâr etmek suretiyle aklın ilkelerine, hatta tecrübî verilere aykırı düşmüştür. Zira hiçbir akli ilkeye veya deneye göre "tecrübe sınırlarının ötesi yoktur" denemez; aksine bütün deneylerin verilen bize gözlemle deneyin ötesinde bilemediğimiz bazı gerçeklerin bulunduğunu öğretir. Mukaddesatı ortadan kaldırmak isteyen ve sonunda kendi vicdanında mahkûm olarak putperestliğe yakın bir inanca sığınma ihtiyacını duyan Auguste Comte, "üç hal kanunu" teorisini ileri sürerek önce Allah'ın varlığına ilişkin bilginin kendi fıtratında bulunduğunu itiraf etmişse de daha sonra bu selim yaratılışının sürekli olarak bozulduğunu ilan etmiş oldu. Ancak Comte kendisindeki değişikliğin bütün insanlarda da mevcut olduğu vehmine kapılmıştır. Elmalılı'ya göre gerçeği kavramak için akıl tek başına yeterli değildir, onun da ötesinde iman alanı vardır. Akıl bu alanın gerçekliğini kavrayıp doğrulayabilir. Gerçekliğin bütününü felsefi tefekkürüne konu edinen Elmalılı tekâmül nazariyesinin tutarlı olmadığını söyler. Zira canlı varlıkların meydana geliş biçimlerini ortaya koyarken spekülasyon yerine gözlem ve deneye dayanmak gerekir. Ancak hiçbir gözlem ve deney, tekâmül nazariyesinde iddia edildiği gibi bir canlı türünün başka bir canlı türünden meydana geldiğini göstermemiş, aksine her canlının kendi türünden bir canlıdan doğduğunu kanıtlamıştır. Bundan dolayı insanların maymunlardan türediği iddiasının kesinlikle ilmi değeri yoktur. Esasen insanla maymun arasındaki gerçek fark kıl ve kuyruk farkı değil akıl, mantık ve ahlak farkıdır. Bütün hüneri taklit içgüdüsünden ibaret olan maymun, önünde günlerce ateş yakılsa ve kendisine ateş karşısında ısınma eğitimi verilse bile tek başına terk edildiği soğuk bir ortamda önündeki kibritle ateş yakıp ısınmayı düşünme mantığını yakalayamaz, aklın ürünü olan ahlaki davranışları ise hiçbir zaman gösteremez. Ontolojik delile yönelttiği tenkitlerden ötürü Kant'ı da eleştiren Elmalılı, onun vacibü'l -vücud kavramını tahlil ederken hataya düştüğünü söyler. Elmalılı, gerçeği veya doğru olanı değil sadece faydalı olanı bulmayı amaçlayan pragmatizme de ciddi eleştiriler yöneltmiştir.

(Bir sonraki mesajda devam ediyor..)
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
ELMALILI HAMDİ YAZIR

(Bir Evvelki Mesajdan Devamla..)

Kelamî Görüşleri:


İtikadî konuları desteklemek maksadıyla felsefeye yönelen Elmalılı aynı zamanda yeni devrin önemli bir kelam âlimidir. Her ne kadar kelam ilmine dair müstakil bir eseri yoksa da tefsirinde kelami problemlere büyük bir yer ayırmış ve hemen hemen hepsine çözümler getirmeye çalışmıştır. Ona göre bir din felsefesi sayılması gereken kelam ilmi İslam felsefesinin asıl temsilcisidir ve varlık problemiyle marifetullah bahsinde büsbütün ayrıldığı Stoacılar'a benzer bir yaklaşım içindedir. Bilgi probleminde ise kelam ekollerini iknai (dogmatik) ve tedribi (tecrübeci) olmak üzere iki gruba ayırır. Ehl-i sünnete bağlı olan Elmalılı, İslam akaidine aykırı bütün akımları takip ederek bunlar karşısında yeni deliller geliştirmiş, Vehhabilik gibi yeni ortaya çıkan bazı mezhepleri de tenkit etmiştir.

1. Bilgi Problemi. Cevheri ruhta bulunan, ışığı ise beyinde zuhur eden bir nur yani ruhi bir meleke olan akıl bilginin mucidi olmayıp onu keşf ve idrak eden bir alettir. Akıl soyut tefekkürle değil realiteden aldığı malzemeye dayanarak düşünür ve duyuların ötesinde bulunan bazı gerçekleri algılar. Aklın gerçeği bulmasına engel olan yegâne unsur duygudur. En büyük akli imkânsızlık alameti de çelişkidir. Sebepten sonuca veya sonuçtan sebebe giderek varlığı açıklığa kavuşturma imkânına sahip olmakla birlikte akıl mutlak gerçeğin bütün sınırlarını çizemez, bundan dolayı da verdiği her hükümde gerçeği yakaladığı söylenemez. Nitekim aklın, asırlarca benimsemeye yanaşmadığı bir gerçeği kendisiyle ilgili bir olayın müşahedesiyle hemen doğrulaması bu görüşü kanıtlayıcı mahiyettedir. Dinin haber verdiği hususlardaki durumu aklın ilmi keşifler karşısındaki durumuna benzer. Bu sebeple dinin kesinlik derecesinde haber verdiği hususlar akli imkânsızlık sahasına girmez. Bilginin meydana gelmesi zihnin harici varlık ve olayları idrak etmesiyle gerçekleşmekte, ancak akıl bu olayın mahiyetini kavrayamamakta ve filozoflarca konuya getirilen açıklamalar da yeterli görünmemektedir. Bu durumda zihnin harici idrak etmesini Allah'ın varlığına bağlamak, sadece süjenin kendini ve objeyi idrak etmesini değil bütün ilmi keşiflere ilişkin bilgileri de insan kalbine şimşek gibi çakan ilahi telkinlerin sonucu olarak kabul etmek gerekir.

Geçmiş ve gelecek konusunda en önemli kaynak nakildir. Duyular ise sadece şu anı tanıtmaya yarar. Nakilde genel tecrübeye aykırı bilgiler bulunsa bile imkânsızlığa götürmedikçe aklın bunları tasdik etmekten başka çaresi yoktur. Zira naklen sabit olan bilgilerin doğruluğunu bilmek asırların geçmesine bağlı olabilir. Akıl Allah'ın varlığını ve birliğini bilse de iman ve diğer hususlara dair yükümlülükler nakille yani vahiy ile vacip olur. İlham ve rüya yoluyla mutlak gayba dair bazı bilgiler sezilebilirse de bunların hiçbiri zan ve vehimden arınmış kesin bilgiler niteliğinde değildir.

2. Uluhiyyet. Allah'ın varlığını kabul etmeden âlemin mevcudiyetine rasyonel bir açıklama getirmek imkânsızdır. Materyalizmin âleme bakışı bütünüyle irrasyonel bir yaklaşımdır ve tamamen felsefi bir çıkmazdır. Allah'ın varlığına ilişkin bilgi her insanda doğuştan vardır. Bu bilgi benlik şuuruyla insanda gerçekleşen, fakat açıkça hissedilmesi dikkat etmeye veya uyarılmaya bağlı olan gizli bir bilgidir. Allah'ın varlığını kanıtlamaya ilişkin istidlallerin insana kazandırdığı bilgiler bu fıtri bilginin korunmasına yöneliktir. Çünkü insanın, "Ben benim, ben varım, benim dışımdaki varlıklar da vardır" deyip kendisiyle kendi dışındaki varlıkların mevcudiyetini idrak edişini, yani süje ile objenin yekdiğerine intibak edip gerçek bir bilginin ortaya çıkışını sağlayan fail illet ancak Allah olabilir. Zihinle dış dünya arasındaki birleşmeyi ve ikisi arasındaki isabetli ilişkiyi gerçekleştirip sonunda "bu böyledir" diye gerçek bir hüküm verdiren fail illet "zihin" ile "hariç olamaz. Çünkü her ikisi de gerçeğin kendisi olmadığı gibi aynı zamanda gerçeğe ait kemale sahip bulunmayan eksik varlıklardır, Hangi açıdan bakılırsa bakılsın Hakk'ın dışındaki varlıkların hakka kılavuzluk edebileceklerini düşünmek çelişki doğuracağından süje ile objenin ilişki kurmasını ve neticede inkâr edilemeyecek şekilde gerçek bir bilginin meydana gelmesini sağlayan bir fil illet vardır, o da Allah'tır.

İnsan aklı, bütün ilimlerin esasını teşkil eden illiyet kanununu uygun şekilde idrak edip mevcudata uygulamak suretiyle Allah'ın varlığına ulaşır. "Yoktan bir şey olmaz, mevcudun illeti madum olamaz, hiçbir hâdis muhdissiz meydana gelemez, yok olanı var eden fail illet yokluktan ibaret bir 'la şey' olamaz" tarzında ifade edilen illiyet ilkesi, hem ontolojik hem de epistemolojik açıdan Allah'ın varlığını kanıtlayan en önemli delildir. Duyulur âlemdeki varlıkların tedrici bir surette meydana gelmesi duyular ötesinde kalanların da aynı sisteme bağlı olduğunu gösterir. Bu gerçekten hareketle âlemin kendi kendine değil mutlaka kendi dışında mevcut bir illetin tesiriyle yaratıldığını kabul etmek illiyet ilkesinin vazgeçilmez bir sonucudur. Zira bu ilkeye göre sebebin sonuçtan önce müstakillen var olması gerekir. Kuvve halinde bulunsun veya bulunmasın bir şeyin bilfiil var olabilmesi için onu fiilen icat edecek bir illete mutlaka ihtiyaç vardır.

Kâinatta herkesi hayrete düşüren yüksek bir sanatın yanı sıra değişik nitelikli canlı ve cansız varlıkların bulunuşu da ilim ve irade sahibi olan bir yaratıcının mevcudiyetini gösterir. Âlemde tedrici olarak gerçekleşen mükemmel düzeni görüp de bunu sağlayan yüce mürebbinin varlığını sezmemek mümkün değildir. Nizam delili sadece ilim sıfatını değil tabiatçılığı kökünden yıkan ilahi iradeyi de ispat etmektedir. Çünkü tabiat teorisinde hâkim olan unsur ıttırattır, yani tek bir düzende olmak ve hiç değişikliğe uğramamaktır. Bu ise âlemde hiçbir çeşitlilik ve farklılığın bulunmamasını gerektirir. Hâlbuki evrende gerek ani gerekse tedrici bir tekâmül neticesinde çok zengin bir çeşitlilik ve değişikliğin meydana geldiği bilinmektedir. Bunları tabiata isnat etmek onun bizzat kendisini değiştirmesi anlamına gelir ki bu tabiat farz edilen şeyin aslında tabiat olmadığını itiraf etmektir.

Âlem Allah'ın masivası, Allah da onun maverası olduğundan Allah âlemin içinde değil ondan aşkındır, Arşı zaman, akıl, ruhlar âlemi; kürsiyi de mülk ve saltanat manasında anlamak mümkünse de her ikisinin reel bir varlığı bulunmadığını kabul etmek ayetlerin zahirine aykırı düşer. Bu sebeple mahiyetlerinin bilinemeyeceğine inanmak daha isabetlidir. Zatının hakikati akıl tarafından kuşatılamayan Allah'ın birliği kainat üzerindeki hükümranlığı ile sabittir. Allah'tan başka tapacak gizli veya açık mabud ve hükmüne uyulacak hakem tanımak şirktir. Her mümin Allah'ın hükmünden başka hükme uyulmayacağına inanmakla yükümlüdür. Bir müslüman bu inancını hayatında uygulayamazsa itikadi açıdan mümin sayılsa da ameli bakımdan şirke düşmekten kurtulamaz. Büyüklerini Allah'ı sever gibi sevmek ve onların ilahi buyruklara aykırı olan emirlerine uymak suretiyle Allah'a isyan edenler şirke düşerler ki putperestliğin esası da bundan ibarettir. Allah'ın zatı sıfatlarından meydana gelen bir mahiyet değildir, yani zatı sıfatlarının gereği değil sıfatları zatının gereğidir; bu sebeple fiillerinin çokluğu gibi sıfatlarının çokluğu da zatında bir tecezzi veya taaddüdü ifade etmez. Naslarda Allah'a atfedilen 'yed, vech, istiva" gibi sıfatları mecazi bir mana ile te'vil etmek teşbihin nefyi bakımından gerekli olmakla birlikte bunları beşer idrakinin üstünde kabul ederek tevakkuf etmek daha isabetli bir tutumdur.

3. Nübüvvet. "İnsanın bütün benliğini kuşatıp irade gücünü yok eden ve kendi arzusu dışında salt ruhun kabiliyeti üzerinde ilahi bir hitap olduğunu zorunlu olarak telkin eden kesin bilgilere (vahiy) mazhar olmak" şeklinde ifade edilebilen nübüvveti akli temellere dayandırmak mümkündür. Her şeyden önce nübüvvet yüksek derecede gerçekleşen ruhi bir hadisedir. Farklı ruhi özelliklere sahip olmaları bakımından hayvanlardan ayrılan insanların zekâ ve akıl yürütme gücü gibi noktalarda farklı yetenekleri bulunduğu bir gerçektir. Bu husus, ruhi melekeleri üstün olan bazı insanların aynı tür içinde ayrı bir grup oluşturabildiklerini gösterir. Böylece peygamberlerin ilk yaratılışta, beşer türü içinde madde ötesi alemle ilişki kuracak yüksek ruhi melekelere mazhar kılınmış bir grup teşkil etmeleri aklen mümkündür. Bundan dolayı onlar insanlarda bulunan normal ilim ve idrakin üstünde bir ilim ve tasarruf gücü ile temayüz etmiş olabilirler. Peygamberlerin ilahi bir "ıstıfa "ile mazhar oldukları bu üstün yaratılışa her insanın sahip olmaması veya onların yaşadığı ruhi tecrübelerin herkeste gerçekleşmemesi sebebiyle nübüvveti gayri makul görüp inkar etmek mantıklı değildir. Kaldı ki peygamberler mucize göstermek suretiyle de nübüvvetlerini delilini ortaya koymuşlardır. Bizzat müşahede etmeyenlerce de bu nevi olayların tasdik edilmesi gerekir. Zira bunların hiçbiri aklen imkânsız değildir. Mucizeler nadiren vuku bulduğu veya düzenli tabiat olaylarına aykırı olduğu gerekçesiyle akıl tarafından inkâr edilemez. Çünkü akıl mucizeyi tabiat olaylarına kıyas ederek değil imkânını inceleyerek değerlendirmelidir. Varlık ve olaylar hakkındaki bilgimizin cüzi, eksik ve izafi olduğu da dikkate alınırsa her şeye gücü yeten Allah'ın kudretiyle meydana gelen mucizelerin mümkün olduğunu kabul etmek gerekir.

4. Ahiret. Kıyamet alametlerinden kabul edilen Ye'cüc ve Me'cüc aslı nesebi belirsiz, din ve millet tanımaz bir topluluk demektir. Deccal ise Hıristiyanlık taklidi altında uluhiyyet iddiasıyla ortaya çıkacak bir yalancı olmalıdır. Nitekim Hz. İsa'nın nüzulüyle öldürüleceğine ilişkin rivayetler bunu teyit etmektedir. Hz. İsa ile ilgili ayette geçen "tevefti" kelimesine "ruhu kabzetmek"ten başka bir mana vermek caiz değilse de İsa'nın ölmediği ve kıyametten önce döneceğini haber veren hadisler karşısında söz konusu kelime zahirine aykırı bir mana ile te'vil edilmelidir. Buna göre İsa'nın ref'i şöyle yorumlanabilir: Mesih İsa'nın ruhu henüz kabzedilmemiş, Kelime (İsa) henüz Allah'a dönmemiştir, onun dünyada göreceği işler vardır. Cismi Allah'a. ruhu manevi göğe yükseltilmiştir. Her peygamberin ruhani eceli ümmetinin ecelidir; onun ümmetinin eceli ise henüz gelmemiş olup ruh-ı Muhammedi'nin maiyetine girmiştir. İslam ümmetinin sıkıntıya düştüğü bir zamanda Hz. İsa'nın ruhu ortaya çıkıp onlara hizmet edecek ve daha sonra vefat edecektir.

Ahirete ait inançlar tarihi olaylar gibi nakille bilinir. Bunlar akıl dışı değil akıl üstü olmakla birlikte imkân dâhilindedir. Allah'ın uyuyan insanları her sabah diriltmesi, yıpranıp ölen hücreleri ve her gece kesintiye uğrayan idrakleri "iade-i emsal" sistemi içinde yenileyerek aynı hayatı devam ettirmesi ölümden sonra dirilişi fiilen gösterdiği gibi ruhun sürekliliğini de ispat eder.

İnsanın varlıkla olan alakası ölümle birlikte kesilmemekte, başka bir aleme intikal etmektedir. Ölüm anında bedeni terkeden ruh berzah âlemine geçer ve duyularla idrak edilememekle beraber gerçek anlamda hayatını sürdürür. İnsanların Allah'a döneceklerini belirten ayetle (el Bakara 2- 156), bedenden ayrıldıktan sonra nice müddet varlığını sürdürecek olan ruhun da kıyamet koptuğu gün fena bulacağını ve Allah'tan başka her şeyin helak olacağını bildiren ayette (el-Kasas 28- 88) insanların zati (ruhi) yok oluşunun gerçekleşeceğine ve sadece Allah nezdinde bilinen hakikatlerinin yok olmayacağına işaret vardır. Buna göre insanların ruhları, kıyamet koptuktan sonra dirilişe kadar geçen süre içinde yalnız Allah'ın ilminde mevcut kalır, daha sonra da yeni dirilişlere mazhar olur.

Kâfirlerin Allah'ı inkâr edip emirlerine itaatsizlik göstermeleri ebedi bir kötülük olduğundan onların ilahi rahmetten ebedi olarak uzak kalmaları gerekir. Allah'ın rahmetinin gazabını geçtiği düşüncesine dayanarak kalplerinde zerre kadar iman bulunmayan ve kötülükleri kendilerini kuşatmış olan kâfirlerin cehennemde ebedi azapta kalmayacaklarını söylemek ilahi adaleti inkâr etmektir. Ayrıca affı gördükçe şımaran ve kötülüğü bir karakter haline getirenleri affetmek de bir şerdir. Bu ise bütün hayırların kaynağı olan Allah hakkında muhaldir.

5. İman-Küfür Meselesi. İman kalbin ve dilin fiillerinden ibaret iki unsurdan teşekkül etmekle birlikte her ikisi aynı seviyede birer asli unsur değildir. Kalbin fiili olan tasdik yükümlülüğü hiçbir mazeretle insanın sorumluluk alanından çıkmazken dilin ikrarı, baskı altında kalındığı takdirde imanın gerçekleşmesi için aranan bir şart olmaktan çıkar. Allah'a gerçekten iman etmek zatına ve sıfatlarına, gönderdiği vahiylere ve koyduğu hükümlere O'nun muradına uygun olarak inanmakla mümkün olur. Kur'an-ı Kerim'de Ehl-i kitaba, kendi vahiylerini de tasdik edici olan son vahye inanmaları emredildiğinden kurtuluşa ermeleri için ( el-Bakara 2- 41; en-Nisa 4- 47) onların da iman etmesi gerekir. Allah'ın haram kıldığını helal, helal kıldığını haram telakki edenler ve kimden gelirse gelsin ilahi emirlere aykırılığı apaçık olan ilkelere itaat etmeyi caiz görenler tekfir edilir. Kur'an'da icmali olarak geçen bir ayeti ilmi esaslara uygun bir tarzda te'vil edenler ise tekfir edilmez.

Osmanlı Devleti'nin son devrinde yetişip Cumhuriyet'in ilk yıllarını idrak eden Elmalılı felsefi, itikadi, fıkhi, tasavvufi ve içtimai meseleler üzerinde derinliğine düşünen bir din âlimidir. Dini problemleri yeni ilmi verilerle teyit etmesi, özellikle Allah'ın varlığına ilişkin delilleri materyalist, pozitivist ve evrimci fikirleri reddeden bir yaklaşımla ele alması, nübüvvete felsefi temeller bulmaya çalışması ve bu hususu tartışma ortamına çekmesi, Hz. İsa'nın nüzulüne ilişkin meselede olduğu gibi itikadi konulara yeni yorumlar getirmesi onun mütefekkir bir âlim olduğunun delilleridir. Haberi sıfatları te'vil etmekle birlikte onları beşer idrakinin üstünde görmesi bu noktada Selefi bir temayül içinde olduğunun, tekvini müstakil bir sıfat kabul etmesi, peygamberlik için erkekliği şart koşması, insanı fiile sevk eden kararın Allah tarafından yaratılmadığı görüşünü benimsemesi gibi hususlar da genelde Maturidi bir çizgide yer aldığının işaretleridir.

Elmalılı'nın Nüzul-i İsa meselesinde olduğu gibi ahad hadisleri Kur'an'ın önüne geçirmesi isabetli görünmemektedir. Çağdaşlarından Mustafa Sabri Efendi, inkarcı akımlara karşı verdiği fikri mücadeleyi takdir etmekle birlikte onu Eş'ariyye ve Maturidiyye'yi epistemoloji bahsinde septisizme dâhil etmesinden dolayı haklı olarak eleştirmiştir. 4-6 Eylül 1991 tarihinde Elmalı'da düzenlenen sempozyumda sunulan tebliğlerde Muhammed Hamdi bütün yönleriyle tanıtılmış ve bunlar Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır adıyla yayımlanmıştır. Tefsiri ve tefsirciliği üzerinde İsmet Ersöz ve Fahri Gökcan tarafından doktora tezleri yapılmıştır.

Eserleri:

1. Hak Dini Kur'an Dili. Kırk sekiz yaşında iken başlayıp altmış yaşında tamamladığı tefsiri olup en meşhur eseridir, ilk defa Diyanet işleri Reisliği tarafından yayımlanan eserin daha sonra birçok baskısı yapılmıştır.

2. İrşadü'l-ahlâf fi ahkami'l- evkaf. Mülkiye Mektebi'nde okutmak üzere hazırladığı bir ders kitabıdır.

3. Hz. Muhammed'in Dini İslam. Anglikan Kilisesinin sorularına şeyhülislamlık adına verdiği cevaplardan oluşan bir risaledir. Tefsirinin sonraki baskılarının baş tarafına eklenerek yayımlanmıştır.

4. Metalib ve Mezahib. Fransız felsefe tarihçisi Paul Janet ve Gabriel Sealles tarafından yazılan Histoire de laphilosophie adlı eserin tercümesidir. Tahlili Tarih-i Felsefe başlığını da taşıyan esere yazdığı mukaddime ile tahlil ve tenkit mahiyetindeki geniş dipnotları felsefi bakımdan büyük değer taşımaktadır.

5. İstintcai ve İstikrai Mantık. İngiliz müellifi Alexander Bain'e ait eserin Fransızcaya yapılan tercümesinden Türkçeye çevirdiği bu kitabı Süleymaniye Medresesi'nde öğrencilere ders notu olarak vermiştir.

Bunların dışında ilhadın temelsizliği, inkar ve şirkin insan ruhunda uyandırdığı ıstırap, İslamiyet'in ilerlemeye engel olmadığı, orduya yapılan yardımların zekat yerine geçebileceği gibi değişik konularda Beyanülhak ve Sebilürreşad dergilerinde Küçük Hamdi veya Elmalılı Küçük Hamdi imzaları ile yayımlanmış yirmiyi aşkın makalesi vardır.

(Bitti.)

(T.D.V. İslam Ans. 11/ 57-62)
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
HASAN-I BASRÎ (HASAN EL BASRÎ)

Tâbiînin büyüklerinden. Zâhid, muhaddis, fakîh ve müfessir.

Adı, Ebû Sâid el-Hasan b. Ebi'l-Hasan Yesâr el-Basrî'dir. Babası Yesâr, Irak'ın bir kasabası olan Meysânlıdır. Yesâr, Meysan'ın fethedilmesi sırasında esir düşmüş ve buradan efendisinin kendisini âzâd ettiği, daha sonra da Hasan-ı Basrî'nin annesi Hayrâ ile evlendiği Medine'ye götürülmüştür. İşte, Hasan-ı Basrî, burada Hazreti Ömer'in halifeliğinin son ikinci yılı olan Hicrî 21 senesinde doğmuştur (21/641).

Annesi Hayrâ, Peygamberimizin hammı Ümmü Seleme'ye hizmette bulunmuştur. Bu arada, Ümmü Seleme'nin Hasan'ı emzirdiği ve ondaki hikmet ve belâğatin bundan dolayı olduğu söylenir. Ayrıca, Ümmü Seleme'nin, kendisini Ömer'e götürdüğü ve onun için şöyle dua ettiği de rivâyetler arasındadır; "Yâ Rabbi, onu dinde fakîh kıl ve insanlara sevdir."(1)

Hasan, Vâdi'l-Kurâ'da büyümüş ve çocukluğu orada geçmiştir. Gençliğinde Doğu İran'ın fethine (43/663) katılmış, bundan kısa bir müddet sonra, Horasan vâlisi Rebi' b. Ziyâd'ın kâtipliğinde bulunmuştur. Bundan sonraki hayatının geri kalanını çoğunlukla Basra'da geçirmiştir. En son vefât edenleriyle birlikte üç yüz sahâbe ile görüştüğü rivâyet edilir. Bu bakımdan tâbiînin önde gelenlerinden olup ilim ve fazileti, zühd ve takvâsı ile meşhûrdur. Ebû Tâlib Mekkî, Hasanı Basrî'nin tasavvuf yolunda imamları olduğunu söylemiştir. Enes b. Mâlik, kendisine bir mesele sorulduğunda, onun Hasan-ı Basrî'ye de sorulmasını, onun derin ilim sahibi olduğunu söylerdi.(2)

İnsanda bir irade hürriyetinin mevcudiyetini, buna bağlı olarak da hayır ve şerrin işlenmesinde kişinin tamamen hür olduğunu kabul eden zühd ve takvâ önderi Hasan-ı Basrî, perşembe akşamı vefat etmiş ve cuma günü defnedilmiştir (110/728). Halkın cenazesine katılması muhteşem olmuş ve rivâyete göre o gün camide ikindi namazı kılınamamıştır.(3)

Hasan-ı Basrî'nin çeşitli konulardaki görüşlerini şöylece özetleyebiliriz: Hasan-ı Basrî, "Allah, mahlûkatı ve tabiatı yarattı. Her şey yaratılışına uygun olarak hareket eder." demekle kadere inancını açıklayıp, Kaderiyye gibi düşünmediğini belirtir ve günâhkâr mü'minin, münâfık olduğunu söyler.

İbâdet hayatında bütün kaide ve emirlerin sıkı sıkıya tatbik edilmesini ister. Nifâk ve riyâya şiddetle düşman olup, amelde ihlâsın bulunması gerektiğini söyler. "Biz insanın dindarlığını sözleriyle değil, fiiliyatıyla anlarız." diyerek de uygulamaya önem verdiğini belirtir.

O'nu da "eski"ye özlem içinde görmekteyiz. "Eskiden dünya ehli fânî mallarını, ilimleri için âlimlere sarfediyorlardı. Bugün âlimler, ilimlerini ehl-i dünyanın menfaati, onların fânî malları için kullanıyorlar. Dünya ehli mallarıyla, alimlerden yüz çevirdi ve onların ilimlerinden mahrum kaldı. Çünkü alimlerin verdiği hükümlerde talihsiz sonlarını gördüler." der.

Gerçek fakîhin, takvâ sahibi olduğunu, kimseden himmet beklemediğini, kimseye hakaret nazarıyla bakmadığını, ilmine karşılık bir dal bile beklemediğini, çeşitli sözlerinde belirtmektedir.

Hasan-ı Basrî, sûf giyenleri tenkid eden bir sûfî olup, Basra'dakilerin ilki değildir. O'nun zühd anlayışı, tefekkür, nefs muhasebesi, dünyadan uzaklaşma ve Allah aşkına dayanmaktadır. "Tefekkür, sana iyi ve kötü fiillerini gösteren bir aynadır."; "Mü'min, daima nefsinin hâkimidir. Onu Allah için inceler. Dünyada nefsini murâkabe edenlerin hesabı, âhirette kolay olacaktır. Kendilerini murâkabe ve muhâsebe etmeyenlerin hesabı da zor olacaktır." dediği bilinmektedir.

O, karşısındakileri eğitmek için sorular sorar, gerçekleri bizzat kendilerinin bulmasını isterdi. Çünkü kişilerin yalnız ölüp, yalnız gömüleceklerini, yalnız dirilip, yalnız başlarına hesap vereceklerini beyanla herkesin kendisine dönmesinin önemine işaret ederdi. Ona göre, düşüncesini âhiret üzerine yoğunlaştıranların, dünyadan ve fânî şeylerden sevgisini kesmeleri ve her işte Hazret-i Peygamber'in yolunu izlemeleri şarttır.

Hasan-ı Basrî, hüzünlü olmayı kendine şiâr edinen bir sûfi olarak temayüz etmiştir. Dünyadan kaçış, zâhidâne bir hayat, nefsinden hiçbir zaman emin olmama, işte bunların hepsi, O'ndan hükmün kaynağını teşkil etmektedir. Hüznü savunan bir sözünde "uzun hüzün, iyi amellerin kaynağıdır." demektedir. "Yaptıklarının cezası olarak, bundan böyle az gülsünler, çok ağlasınlar." (et-Tevbe, 9/82) âyetinin işaret ettiği emir çerçevesinde fazla gülmemeyi öğütler, fazla gülmenin kalbi öldürdüğünü söylerdi. Kişi bir bütün olarak Kur'ân-ı Kerîm'e uygun hareket ederken, en küçük kötülükten çekinir, her konuda çok titiz olursa o, verâ sahibi olmuş olur. Bunu, Hasan-ı Basrî'de şu ifadelerle billûrlaşmış görüyoruz.

"Amellerine bak, onları incele. Çünkü birbirinden kesin sınırlarla ayrılan hayır ve şer tartılacak. En küçük bir hayırı değersiz bulma, âhirette o sana fayda verecek. En küçük bir kötülüğü zararsız sayma, ahirette aleyhinde olacaktır." Hasan-ı Basrî'de Allah aşkı (Muhabbetullah) zirvededir. Bunu, hadîsi kudsîden aldığı güçle sağlamıştır. "Bana, kendilerine farz kıldığım şeyleri edâ ettiği gibisi ile yaklaşanı yoktur. Eğer kul, bana nâfile ibadetlerle yaklaşırsa ben onu severim. Ben onu sevince de, onun kulağı, gözü, eli, dili ve ayağı olurum. Benimle duyar, benimle görür, benimle konuşur, benimle tutar ve benimle yürür."(4) . O'na göre Allah aşkı manevî hayatın en yüksek noktasıdır. Çünkü bu aşk, Allah'a doğru yükselişin meyvesidir.

Cennette Allah'ın zâtının ihatasız olarak görülebileceğini kabul eder. İyiliği emir kötülüğü nehyetmek kuralı, O'nun hareket noktasını oluşturmaktadır.

Tefsîr ve hadîste tenkid edici fakat gerçekçi bir görüşe sahiptir. Müslümanların ibâdetlerinde mevcûd İsrailiyyat'ı biliyor ve onları bu yanlış inançlardan kurtarmak için, korkusuzca mücâdelesini sürdürüyordu. Bunun yanında isyan etmeden, halifelere bile açıkça hatalarını söylemekle, cesaret örneğini göstermiştir. Haccâc b. Yûsuf'un zulmüne karşı, ona kafa tutmuştur.(5)

KAYNAKLAR:

1-İbn Sa'd, Tabakât, VII/I, 114.
2-İbni Sa'd, a.g.e., s. 128
3-Osman Karadeniz, Hasan el-Basrî ve Kelâmî Görüşleri, D.E. Ü.İlâhiyet Fak. Dergisi, II, İzmir- 1985
4-Buhârî, Rikak, 38
5-Hayranî Altıntaş, Tasavvuf Tarihi, Ankara Üniversitesi, İlâhiyet Fakültesi,1986, s. 61-65.
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
HAZİNÎ (ABDURRAHMAN EL-HAZİNÎ) - (1100-1160 ?)

Astronom ve fizikçi.


Kaynaklarda zaman zaman İbn Heysem, Ebu Ca'fer el-Hazin ve Ebu'l-Fazl el-Hazinî ile karıştırılan Abdurrahman el-Hazinî, Bizans asıllı bir köledir. Sahibinin Merv sarayında hazin (hazinedar) olmasından dolayı el-Hazinî nisbesiyle tanınmıştır.

Efendisinin sağladığı imkânlarla, devrinde mümkün olabilen en iyi eğitimi gördü, özellikle felsefe ve matematik tahsil ederek, bu konuda kendisini mükemmel bir şekilde yetiştirdi. Daha sonra Melikşah'ın oğlu Sultan Sencer devrinde (1118-1157) bir ilim ve edebiyat merkezi haline gelen Merv'de, sarayın desteğiyle çalışma ve araştırmalarını yürüttü. Hazinî'yi ilim dünyasına tanıtan ve astronomi ile ilgili en önemli ve en güvenilir bir eser olarak kabul edilen Zic'ini Sultan Sencer için hazırladı yine onun hazinesinde kullanılmak üzere, kendisine her çağın ilmi alet yapıcıları arasında mümtaz bir mevki kazandırmış olan ''mizanü'l-hikme'' adını verdiği bir hidrostatik terazi yaptı. Bu terazi sayesinde metallerin ve taşların saf olup olmadıkları, iki elementten meydana gelen alaşımlarda metallerin karışma oranları bulunabiliyordu. Bu terazi hassasiyet yönünden daha önce yapılanlardan çok üstündü. Abdurrahman el-Hazini, aynı zamanda riyazet yolunu takip eden dindar bir kimseydi; bir derviş gibi giyinir, çok az yer ve evinde tek başına yaşardı. Bir defasında Sultan Sencer, 1000 dinar ihsanda bulunur. Fakat o cebinde 10 dinar olduğunu ve bunun da kendisine uzun süre yeteceğini söyleyerek bunu kabul etmez.

Öğrencilerinden yalnız, Hasan es Semerkandi'nin adı bilinmektedir. Hayatı hakkında fazla bilgiye sahip olamadığımız Abdurrahman el-Hazinî'nin, yapmış olduğu çok önemli ve değerli çalışmalar yeterince incelenip araştırılmış değildir. Kendinden önceki araştırmacılara çok bağımlıdır ve özellikle Biruni ve Asfizari'den alıntılar yapmıştır; ancak bu konularda olan derin bilgisi de inkâr edilemez.

İLMÎ HİZMETLERİ:

O'na göre ağırlık, cismin bünyesinde bulunan, bir kuvvet olup onun arzın merkezine doğru hareketine sebep olur ve özgül ağırlığına bağlıdır. İslam dünyasında orijinal gözlemler yapmış, yirmi astronomdan biri olan Hazinî'nin Zic'i, Biruni ve Hayyam'inkilerden sonra kullanılmaya başlanmış, ondan sonra da Nasurittin et-Tusi, Kutbüttin eş-Şirazi, Kaşi ve Uluğ Bey'in zic'leri kullanılmıştır. Cisimlerin düşmesindeki hızla, zaman ve mesafe arasındaki münasebetleri detaylı bir şekilde inceledi. Biruni gibi, o da birçok sıvı ve madenlerin özgür ağırlıklarını tesbit etti. Bunları gösteren cetveller düzenledi. Bunun için özel bir alet yaptı. Mizan (terazi), kantar, ölçü aletleri ve kaldıraçlar hakkında ilmi açıklamalarda bulundu. Yazdığı kitabında bunlar, hakkında geniş bilgiler verdi. Miza'ül-Hikme adlı eserinde fiziğin tarihini yazdı.

Dünyanın merkezine doğru yaklaştıkça suyun daha fazla yoğunluğa sahip olduğunu ileri sürdü. Bu konuda deneyler yaptı. Aynı, hipotezi Batılı bilgin Roger Bacon (1214-1294) 100 sene sonra kadar genişletti. Selçuklu ülkesinin enlem ve boylamlarını hesapladı. Birçok yerlerin kıblesini tesbit etti. Dirayetli bir tabiat bilgini ve fizikçi olan Hazinî, mizan, kapan, mantar, karastum denilen teraziler üzerinde uzun boylu çalışmalar yaptı. Teraziyi dâhiyane bir ölçü haline getirdi ve ona el- Mizan'ül Cami adını verdi. Bu hususları içine alan kitabına da ''Kitabü Mizan'il Hikme'' ismini koydu.

Ünlü ilim tarihçisi Aldo Mieli, Biruni'nin ve Hazinî'nin yapmış oldukları katı maddelerin yoğunluk tespitlerini modem değerlerle şöyle mu­kayese etmektedir:

Madde Biruni'ye göre Hazinî'ye göre Modern ölçüm

Altın 19.26 19.05 19.26

Demir 7.82 7.74 7.79

Bakır 8.92 8.83 8.85

Yakut 3.75 3.60 3.52

Zümrüt 2.73 2.62 2.73

Kuvarts 2.53 2.58 2.58

Kalay 11.40 11.29 11.35

İnci 2.73 2.62 2.75


Yine Hazinî, yoğunlukları ölçmek için aerometre kullandı. Sıvı maddelerin yoğunluğunu hesaplama metodunu ve cisimlerin hava içindeki ağırlıklarını hesaplamak için hikmet terazisi denilen beş kefeli teraziyi geliştirdi.

Hazinî havanın ağırlığının bulunduğunu ve ölçülebileceğini ortaya koymakla, Toriçelli'den önce meseleyi ele almış ve incelemiş olmaktadır. Hazinî, sıvılar gibi havanın da bir ağırlığı ve kaldırma kuvveti bulunduğunu ve hava içinde bulunan cismin ağırlığının, kaldırma kuvveti sebebiyle azalmış olduğunu ve cismin noksanlaşan bu ağırlığının, havanın kesafetine(yoğunluğuna) göre değişeceğini söyledi. Arşimed kanununun sadece sıvılar için geçerli olmadığını, gazlar için de söz konusu olduğunu ve bunun bütün sıvılar için böyle olduğunu ifade etti. Hazinî'nin bu ve benzeri ilmi araştırmaları, barometrenin (basınç ölçme aleti) keşfedilmesinde temel teşkil etmiştir. Böylece o, Toriçelli, Paskal, Boyle ve bazı diğer batılı bilim adamlarına öncülük etmiş oldu ve Akışkanlar Mekaniği ilmini kurdu. .

Hazinî, ışığın kırılma prensiplerini de inceledi ve gök küreye temas eden güneş ışınlarının dünyaya doğrudan doğruya dik olarak değil de kırılarak ulaştığını söyledi. Ayrıca, yer çekimi konusu üzerinde araştırmalarda bulundu. Birçok ilmi deneyler yaptı ve sonunda bütün cisimlerin yer kürenin merkezine doğru, bir cazibe kuvveti (gravitasyon) ile çekildiklerini gösterdi. Cisimlerin bu çekilme kuvvetinin farklı oluşunu da, düşen cisim ile çekim merkezi arasındaki mesafeye bağlı olduğunu söyledi. Biruni'nin yaptığı araştırmayı geliştirerek, kütleler arasındaki çekim prensibini ortaya koydu. Bu konuyu eserinde şöyle anlatır: "Kuvvet, hacim, şekil ve âlemin merkezinden uzaklık bakımından birbirinin aynı olan cisimlerin ağırlıkları birbirlerine eşittir. Dünyanın merkezine muayyen uzaklıktaki ağırlığı belli olan her cismin, dünyanın merkezine olan uzaklığının farklılığına göre ağırlığı da farklıdır. Dünyanın merkezine olan uzaklık arttıkça, ağırlık da artar, yaklaştıkça hafifler. Bu sebeple bir cismin ağırlığının diğer cismin ağırlığına nispeti, onların dünyanın merkezine olan uzaklıklarının nispeti gibidir." Görüldüğü gibi yer çekimini Newton (1665) değil, ondan beş yüz elli sene önce yaşayan iki İslam âlimi keşfetmiştir. Hazinî vardığı bütün bu ilmi neticeleri, tamamen ilmi deneyler ve mukayeselere dayandırıyordu. Bu özelliğinden dolayı Hazinî'ye; "Dinamik ve Hidrostatiğin üstadı, öncüsü ve Akışkanlar Mekaniğinin ve Gravitasyon prensibinin kaşifi" unvanını vermek gerekir.

Hazinî'nin eserleri, M. Khanikov tarafından kısmen incelenmiş ve İngilizce'ye tercüme edilerek. Amerika'da New Haven'de 1859'da neşredilmiştir. Eserlerini inceleyen bilim adamları hayranlıklarını ifade ve itiraf etmekten kendilerini alamamışlardır. Fizik konularındaki buluşları, günümüzün modern üniversitelerinde incelenmekte olup, sahasına ışık tutmaktadır. Bilim Tarihi otoritelerinin çoğu, Hazinî'nin bütün asırların fizik üstadı olduğunu, İbn-i Sina, Biruni ve İbn-i Heysem gibi üstatlarını bu sahada geride bıraktığını kabul etmektedirler.

Hazinî, Mizan-ül-Hikme'sinde, düşmekte olan cismin 'sürati, aldığı mesafe ve geçen zaman arasındaki münasebet (ilişki) üzerinde de geniş inceleme ve araştırmalarda bulundu. Onun tespit edip incelediği bu mühim münasebet, çıkan mühim ilmi prensip ve denklemler, batılı bilim adamlarına (mesela Galileo, Keppler ve Newton) mal edilmektedir ki, bunun apaçık bir hata ve yanlışlık olduğu ortaya çıkmış bulunmaktadır. İşin doğrusu şu ki, Abdurrahman Hazinî'nin bu pek mühim eseri orta çağlarda batı dillerine tercüme edilmiş, onun ilmi görüşlerinden Avrupa ilim fazlasıyla istifade etmişlerdir. Bilim tarihçisi G.Sarton, Hazini'nin Mizan-ül-Hikme'sini, ortaçağlar İslam dehasının en önde gelen eseri olarak vasıflandırılmakta ve o devir dünyası için eşsiz bir eser saymaktadır.

ESERLERİ:

1. Kitabü Mizanü'l-Hikme, en önemli eseri olup, 1121'de hidrostatik terazisi münasebetiyle kaleme alınmıştır. Terazinin yapımı, kullanımı, teorik esası ve onunla ilgili diğer konuları ihtiva eder. Dört Arapça yazma nüshası bulunmuş ve 1940'ta Haydarabad'da basılmıştır. Eser, daha önce İngilizceye tercüme edilmiş (1859) ve ayrıca muhtasar bir Farsça tercümesi Terceme-i Mizanül-Hikme adıyla Tahran'da yayınlanmıştır. Eser, sekiz kitaptan meydana gelmektedir. Birinci kitap, hidrostatik terazinin geometri ve fizikle ilgili ilkelerini, ikinci kitap, ağırlıkların dengesi ve teraziler hakkındaki genel bilgileri, üçüncü kitap, metallerle değerli taşların ve diğer cisimlerin özgül ağırlıklarının nasıl bulunacağını, dördüncü kitap, yukarıdaki konularda Arkhimides, Menelaus, Ebu Bekir er-Razi ve Hayyam tarafından ortaya konulan gelişmeleri, beşinci ve altıncı kitaplar, terazinin parçalarını, yedinci ve sekizinci kitaplar ise, hidrostatik teraziler üzerinde yapılan değişiklikleri, diğer özel teraziler ile ilgili bilgileri ve birçok tablo ve diyagramı ihtiva etmektedir.

Bu eser, ortaçağda yazılan en ünlü mekanik kitaplarından biridir; ancak terazi ve baskül yapımcılan, terazi kullanan tüccarlar ve kontrol memurları için bir el kitabı olmaktan öte gidememiştir. Çünkü onu takip eden başka çalışmalar yapılmamış ve bu bilim dalı geleneksel ilimler arasında gelişemeyip kaybolmuştur.

2- Ez-zicü'l-mu'teberu's-Senceri es-Sultani. Eserin bir nüshası Vatikan Sarayı'nda, diğer bir nüshası British Museum'da, bir ''seçmeler'' nüshası, da Tahran Sipehsalar medresesi kütüphanesinde bulunmaktadır. Ayrıca Süleymaniye Kütüphanesi'nde bizzat Hazinî'nin Vecizü'z-zic adıyla yaptığı özetin bir nüshası vardır. Hazinî, bu eserinde, gezegenlerin gözlenebilen ve hesaplanan durumlarını karşılaştırmış, aralarındaki 'birbirine uymayan noktaları tesbit etmiştir: Eserdeki tablolarda, 1130 yılı dolaylarında, Yıldızların gökyüzündeki konuları ile Merv şehrinin enlemi bulunmakta, ayrıca takvim bilgileri, mübarek günler, hükümdar ve peygamberlerle ilgili tarihler de yer almaktadır.

3. Risale fi'l-Alat. Astronomi aletlerine dair bir risaledir.

4- Cami-üt-Tevarih,

5- Kitabün fil-fecriveş-Şafak,

6- Kitab-üt-Tefhim


(Yeni Rehber Ansiklopedisi; 9/37-39 )
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
HEMDÂNÎ -ö. 360/971'den sonra-

Ensâb âlimi, tarihçi, coğrafyacı ve şair.

Ebû Muhammed Lisânü'l-Yemen el-Hasen b. Ahmed b. Ya'kub el-Hemdânî el-Bekîlî el-Erhabî. Kendi ifadesine göre 19 Safer 280'de (10 Mayıs 893) doğdu. Yemen'in büyük kabilelerinden Hemdân'a mensuptur. Süyûtî, Hazrecî'ye dayanarak onun San'a'da doğduğunu söyler. Lakabı Lisânü'l-Yemen'dir; ayrıca dedesi Ya'kûb'a izafetle İbn Ya'kûb, büyük dedelerinden şair ve hakîm Süleyman Zi'd-Dimne'den dolayı da İbnü'l-Hâik (güzel şiir söyleyen, kelimeleri kumaş gibi dokuyan şairin oğlu) veya İbn Zi'd-Dimne diye tanınmıştır.

Hemdânî, el-İklîl'de, atalarının çok erken tarihlerde göçebeliği terk ederek bir kısmı Zebîd'de kalırken bir kısmının önce Kûfe'ye, sonra da Bekîl bölgesindeki Merâşî'ye yerleştiğini, daha sonra büyük dedesi Yûsuf un ailesi ve yakınlarıyla birlikte San'a'ya göç ettiğini, babasının burada kervancılıkla ve altın ticaretiyle meşgul olduğunu, bu arada kendisinin ker­vanlarla birçok yere seyahat ettiğini anlatır. İbnü'l-Kıftî de onun Irak'a gittiğini ve oradaki âlimlerle görüştüğünü söylemekte, ancak Hamed el-Câsir, eserlerinde Irak yolundaki bazı yer adlarını doğru tesbit edemediğine dikkat çekerek Hemdânî'nin bu seyahatini şüpheyle karşılamakta ve Iraklı âlimleri Mekke'deki ikameti sırasında görmüş olabileceğini ileri sürmektedir. Hemdânî, yine el-İklil'de amcası Muhammed'in kızı Fâtima ile evlendiğinden, oğlu Mâlik'in genç yaşta öldüğünden ve kendisinin de ona mersiyeler yazdığından bahseder. Eserde diğer oğlu Muhammed'in adı geçmemektedir.

Daha çok Yemenli âlimlerin yanında ye­tişen Hemdânî yine Yemenli râvilerden bilgi edinmiştir. Neseb konusunda Ebû Nasr Muhammed b. Abdullah b. Saîd el-Himyerî'den ders almıştır. Hadramut, Necid ve Hicaz'daki âlimlerle görüşmüş ve o zamanlar çok önemli bir ilim merkezi olan Mekke'de de bazı âlimler­den okumuştur.

Hemdânî, 306'da (918) gittiği Mekke'den 313 (925) yılında Yemen'e dönerek San'a'ya 60 fersah uzaklıktaki Sa'de şehrine yerleşti ve devlet adamlarından yakın ilgi gördü. Bu arada İbnü'l-Enbârî, Ebû Amr en-Nahvî ve İbn Hâleveyh gibi birçok âlimle görüşmelerini ve yazışmalarını da sürdürdü. Yemen o dönemde Zeydî imamlarının merkezi haline gelmiş ve ezelî Adnânî-Kahtânî rekabeti yeniden alevlenmişti. Sa'de'de kendilerini Adnan'a nisbet eden bazı şairlerin Yemen kabilelerine sataşmaları ve Adnânîler'in onlardan daha üstün olduğunu iddia etmeleri Hemdânî'yi harekete geçirdi ve yazdığı kasidelerle bu şairlere cevap verdi. An­cak yenilgiyi hazmedemeyen şairler ona düşman oldular ve Sa'de hâkimi Zeydî (Ressî) İmam Ahmed b. Yahya Nâsır-Lidînillâh'a Hz. Peygamber'i hicvettiğini söylediler. Bunun üzerine İmam Ahmed, Hemdânî'yi yakalatarak (24 Şevval 319/9 Kasım 931) bir buçuk yıl kadar hapsetti. Bir rivayete göre Hemdânî'nin hapsediliş sebebi, onun Nâsir-Lidînillâh'ın iki kumandanını kendisinden ayrılmaya ve Aşşe ahalisini isyana teşvik etmesiyle alâkalıdır. Hemdânî’nin bu olaylarla ilgisi açıkça ortaya konulmamışsa da bu isyanın öncülüğünü yapanlara met­hiyeler söylediği bilinmektedir. Hemdânî, hapishaneden Zebîd Emîri İbn Ziyâd'ın aracılığı ile çıkmış veya kaçmıştır. Buna göre Saîd el-Endelüsî'nin onun hapiste öldüğüne dair verdiği bilginin doğru olmaması gerekir.

Hemdânî, 321 (933) yılında serbest kaldıktan sonra kendi kabilesine ait top­rakların ortasında bulunan Reyde'ye yer­leşti. Onun hayatına dair bilgi veren kaynaklar genellikle vefat tarihini belirtmez­ler. Birçok araştırmacı 334'te (945-46) öldüğünü söylerse de bu tesbit kesin değildir. el-İklîl'de hocası Muhammed el-Evsânî'nin 360 (971) yılında öldürüldüğünü anlatmış olması -eğer bu kısım daha sonra bir başkası tarafından ilâve edilmemişse- Hemdânî'nin bu tarihte hayatta olduğunu gösterir. Ancak Hamed el-Câsir, bu bilginin sonradan ilâve edildiğini ve onun 344'ten (955-56) sonra öldüğünü. İbnü'l-Kıftî Hemdânî'nin Reyde'ye gömüldüğünü yazmaktadır. Hemdânî sadece ensâb, tarih ve coğrafya alanında değil madencilik ve astronomi gibi birçok ilim dalında da bilgi sahibiydi.

ESERLERİ:


1. el-İklîl. Ensâb hakkında­dır. Kuzey Arabistan kabileleri için İbnü'I-Kelbî'nin Cemheretü'n-neseb'i ne kadar önemli ise Güney Arabistan kabileleri için de el-İklîl o kadar önemlidir. On cilt­lik eserin günümüze ulaşan I ve II. ciltleri Muhammed b. Ali el-Ekva' el-Hivâlî (Ka­hire 1383-1386/1963-1966, 1977-1980), VIII. cildi Anistâs Mârî el-Kermilî (Bağdat 1931) ve X. cildi Muhibbüddin el-Hatîb (Kahire 1368/1949; Beyrut I407/1987) tarafından neşredilmiştir.

2. Sıfatü Cezîreti'l-Arab. Arap yarımadasındaki meskûn yerlerden ve buralarda oturan kabilelerden bahseder. İbnü'l-Kiftî'nin adını zikretmemesi ve Keşfü'z-zunûnda (II, 1822) Hemdânî'nin el-Mesâlik ve'l-memâlik adlı kitabının unvanına "Fî 'acâ'ibi'l-Yemen ve Cezîreti'l-cArab ve esmâ’i bilâdihâ" ibaresinin eklenmiş olması, İnbâhü'r-ruvât'ı tahkik eden Muhammed Ebü'l-Fazl İbrahim'i, bu eserin müstakil olmayıp sözü edilen el-Mesâlik’in bir bölümü olabileceği kanaatine sevketmiştir (1, 318). Ancak el-İklîl"in muhtasarında kitabın müstakil bir çalışma olduğu. Hemdânî, Şıfatü Cezîreti'l-'Arab'ı kaleme alırken şahsî müşahedelerine ve daha önce bu konuda yazılmış kitaplara istinat etmiş, mukaddimede de Batlamyus'un Kitâbü'l-Coğrâfyâ fi'l-macmûre mine'l-arz adlı eserini özetlemiştir. Onun Arap yarımadasında bizzat gördüğü yerlerle ilgili verdiği bilgiler doğru olmakla birlikte diğer yerler hakkında birçok yanlış yaptığı görülmektedir. Eser D. H. Müller tarafından iki cilt halinde neşredilmiş (Leiden 1884-1891; Frankfurt 1993), Muhammed b. Abdullah Büleyhid en-Necdî, bu yayını esas alıp Yemen'den getirtilen bir başka yazma nüshadan da faydalanarak kitabı tek cilt halinde tekrar yayımlamıştır (Kahire 1373/ 1953). Yemenli Kâdî Muhammed b. Ali el-Ekva' el-Hivâlî, Hemdânî'nin zikrettiği yerleri bizzat gezerek ve isimlerini soruşturup tahkik ederek, ayrıca daha önce yapılan baskıları ve çeşitli yazma nüshaları da karşılaştırarak kitabı yeniden neşre hazırlamış, bu çalışma, Hemdânî ve eserleri hakkında bilgi veren bir mukaddimesiyle birlikte basılmıştır.

3. Kitâbü'l-Cevhereteyni'l-atîkateyni'l-mâ'i‘ateyn mine'ş-şafrâ ve'l-beyzâ. Altın ve gümüş hakkında olup bu alanda yazıl­mış tek eserdir. Hemdânî bu kitabında, "iki eski maden" dediği altın ve gümüşün ocaktan çıkarılmasından işlenmesine, değişik eşya yapımından para basımına ve bunların ayar ve kalitelerine varıncaya kadar yaşadığı dönemdeki maden yatakları ve madencilikle ilgili çeşitli konularda bilgi vermektedir. 898 (1492-93) tarihli bir nüshası İsveç'te Uppsala Kütüphanesi'nde, bir yazması da Kahire Dârü'l-kütübi'l-Mısriyye'de bulunan kitap, Christopher Toll tarafından Almanca'ya çevrilerek tıpkıbasımıyla birlikte neşredilmiş (Uppsala 1968), eseri daha sonra Muhammed eş-Şuaybî de yayımlamıştır (San'a 1982).

4. ed-Dâmiğa. Kümeyt el-Esedî'nin Adnânîler'i ve Hâşimîler'i öven, Kahtânîler'i yeren el-Hâşimiyyât adlı kasideleri içindeki "el-Kasîdetü'n-nûniyye"sine cevap olarak yazdığı 602 beyitten oluşan kasidedir. Hemdânî bu kasidesinde Kahtânîler'i över, sonra da Maad ve Farslar'dan bahseder. Onun 200 yıllık Adnânî-Kahtânî mücadelesinde asabiyet gayretiyle Kahtânîler'in safında yer alması muhalifleri tarafından, Adnânîler'in Benî Hâşim koluna mensup Hz. Peygamber'e ve Ehl-i beyt'e karşı olduğu ve onlara hakaret ettiği şeklinde değerlendirilip suçlanmasına yol açmıştır. el-İklîl"in Berlin'de bulunan nüshasının sonunda günümüze ulaşan kaside, hapse atılmasından az önce bizzat Hemdânî tarafından şerh edilmiştir. Bazı kaynaklarda yanlışlıkla oğlu Muhammed'e nisbet edilen bu şerhin San'a'da İmam Yahya Kütüphanesi'nde 623 (1226) tarihli bir nüshası bulunmakta, ancak kasi­denin el-İklîl"in Berlin nüshasındakine nisbetle sonunda yirmi altı beytin eksik olduğu görülmektedir. Nahivci İbn Hâleveyh (ö. 370/ 980) bu kasideyle birlikte Hemdânî'nin diğer şiirlerini bir divanda toplamış, bunların şerhini ve i'rabını yapmıştır. ed-Dâ­miğa, Muhammed b. Ali el-Ekva' el-Hivâlî tarafından tahkik edilerek Kitâbü Kaşîdeti'd-dâmiğa adıyla yayımlanmıştır (Kahire 1978).

5. Serâ'irü'l-hikme.Kaynaklardan edinilen bilgilere göre astronomi, astroloji ve felsefe konularını içermektedir. Yunanlı bilginler tarafından da kaynak olarak kullanılan eserin yalnızca astronomi ve astrolojiyle ilgili olan onuncu makalesi bugüne ulaşabilmiştir (el-Makâletü'l-asire min Serâ'iri'l-hikme, Dımaşk 1979).

6. el-Kuvâ fi't-tıb. Eser kaynaklarda zikredilirse de hakkında bilgi verilmez. Hemdânî'yi bu kitabından dolayı Mu'cemü'l-etıbbâ’ adlı eserine alan Ahmed Îsâ da klasik kaynaklardan iktibas ederek onun kısaca hayatını anlatmış ve eserlerinin bir listesini vermiştir.

7. el-Ya’sûb. Avcılık, helâl ve haram olan av, bu konudaki hadisler, şiir ve terminoloji yönünden konuyu inceleyen bu kitap da günümüze ulaşmamıştır. Ed-Dâmiğa’nın şerhinde Hemdânî'nin Mefâhirü'l-Yemen adlı bir başka ensâb çalışmasından söz edilirse de bunun el-İklil’in bir bölümü mü, yoksa müstakil bir eser mi olduğu bilinmemektedir.

Yâküt el-Hamevî, Mu'cemü'l-üdebâ adlı eserinde Hemdânî'ye edip ve şairler arasında yer vermiştir. İbnü'l-Kıftî ve Süyûtî ise onu dilciler arasında zikrederler. Bunun sebebi, kendi kasidesi ed-Dâmiğa'yı şerh etmesinin dışında müstakil bir nahiv kitabı yazmamasına rağmen el-İklîl ve Şıfatü Cezîreti'l-Arab gibi eserlerine serpiştirdiği dille ilgili bilgilerdir. Bu eserlerinde Arap yarımadasında yaşayan kabilelerin dilleri hakkında geniş açıklamalar yapmakta ve bugün Arapça sözlüklerde bulunmayan kelimeler kullanmaktadır. Hemdânî'nin el-İklîl'de Himyerî kitabeleri hakkında bil­gi vermesi ve özellikle "müsned" denilen harflerle yazılmış bir kaside üzerinde durması, Himyerî dili ve yazısı hakkında bilgi sahibi olduğunu göstermektedir. Hamed el-Câsir. Hemdânî'nin eserlerinin dil yönünden incelenmesinin Arap sözlükçülüğüne büyük katkıda bulunacağını söyler.

Hemdânî'nin kaynaklarda el-Mesâlik ve'l-memâlik, el-İbl, Esmâ'ü's-sühûr ve'l-eyyâm, el-Hars ve'l-hîle, el-Hayevân, ez-Zîc, es-Siyer ve'l-ahbâr gibi eserlerinin de adları geçmektedir .

(T.D.V. İslâm Ans. 17/181-182)
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
HIZIR BEY

810 h. 863 h yılları arasında yaşamış olan Hızır Bey Çelebi, İstanbul'un ilk kadısı, âlim ve şairdir. Sivrihisar kadısı Emîr Celâleddîn Arif'in oğludur. Köklü bir sipahi ailesine mensubdur.

Hızır Bey Çelebi'yi önce babası okuttu. Sonra Bursa'da Molla Yegan'a gönderdi. Çok kabiliyetli ve çalışkan olan Hızır Bey Çelebi çabuk ilerledi. Genç yaşta Molla Yegan'ın damadı oldu. Yine genç yaşında Sivrihisar Medresesi'ne müderris tayin edildi. İkinci Murad'ın yaptırdığı Ergene Köprüsü'ne üç mısrası Türkçe, son mısrası Farsça olan bir tarih düşürdü. Bu sırada yirmi yaşlarındaydı. 839'da Sivrihisar kadısı olan Hızır Bey Çelebi'nin bu vazifeye hangi tarihte tayin edildiği belli değildir. Zamanındaki âlimlerin içerisinde şöhret kazanmıştır.

851'de Bursa'da bir medreseye müderris oldu. Fatih çağının ünlü âlimleri olan Molla Kastalânî , Muslihiddîn, Hayalî, Hocazâde de hep onun Bursa'da yetiştirdiği talebelerdir.

Fatih, Hızır Bey Çelebi'ye çok değer vermiştir. İstanbul fetholunduğu zaman onu İstanbul'un ilk kadısı yapmış, oğulları Beyazıd ile Mustafa'nın Edirne'de yapılan sünnet düğününe onu da çağırmış ve Hızır Bey Çelebi ziyafette tarihçi Şükrullah ile beraber Padişah'ın karşısında oturmuştur. Hızır Bey Çelebi, bu sırada meşhur Behçet-ut-Tevârih'in bir kısmını bitirmiş olan Şükrullah'a bir takrîz yazmıştır.

Fatih'in Hızır Bey Çelebi'ye değer vermesinin sebebi hakkında iki rivayetten bahsedilir: Birincisi, Fatih'in tahta geçtiği sıralarda Osmanlı ülkesine acem beldesinden gelen bir alimin ilmî tartışmalarda Türk alimleri aciz bırakması üzerine Fatih'in çok üzülmesi ve kendisine tavsiye olunan Hızır Bey Çelebi'yi çağırtarak acemle karşılaştırması hakkındadır. Meclise sipahi kılığı ile girip acem alimin istihzazına uğrayan Hızır Bey Çelebi, onu ilmî konuşmada yenerek Fatih'in büyük teveccühünü kazanmıştır.

İkincisi, Fatih'in hocası Molla Gürânî ile Arabca üzerine yaptığı bir tartışma hakkındadır. Hızır Bey Çelebi İcâlet-ul-Leyleteyn adını verdiği Arabca bir manzumeyi Padişah'a takdim etmiş, Padişah'da bunu Molla Güranî'ye göstermiştir. Molla Gürânî, bu manzumede,
" Uzaklıktaki aşk benden arayı çoğalttı. Aranın uzaklığı şark ve garbın uzaklığı kadardır. Ey Sultan, benim bu manzumem bir veya iki gecenin acelesidir. Halbuki ders günlerimde meşguliyetimle beraber idi. Aynı zamanda iki saat da olsa dersimden ayrılmadım. " şeklinde tercüme ettiğimiz kısımda ve Kaside-i Nûniye içinde, " Yezid o iblisten daha fazla fitne fesadlık çıkarmadı. " sözünde geçen ' zâde ' fiilinin müteaddî olarak kullanıldığını, halbuki fiilin müteaddî değil lâzımî olduğunu söylemiş ve bu fikrini Padişah'ın emriyle manzumenin kenarına yazmıştır. Âlimlerin arasındaki ilmî mücadeleden çok hoşlanan Fatih, Molla Gürânî'nin itaraz kaydını Hızır Bey Çelebi'ye göndermiş; o da Kur'an'ın ' Fî Kulûbihim meradun fezâdehu m ullâhu meradun ' " Onların kalbinde maraz var. Allah Teâlâ da onların marazlarını çoğalttı..." mealindeki ayetini şahid göstererek fiilin müteaddî olduğunu isbat etmiştir.

Hızır Bey Çelebi, Molla Fenârî ile birlikte o zamana kadar gelen alimlerin en üstünü olarak kabul edilmiştir. Türk Edebiyatı'nda ebced hesabıyla tarih söylemeyi geliştirmiş, hatta Türkçe'de ebcedle tarih düşürmeyi icad eden kişi diye telakkî olunmuştur. Türkçe, Arabca, Farsça şiirler yazmışsa da, Türkçe ve Farsça yazdıklarından ancak birkaç mısra kalmıştır. Arabca meşhur Müstezâdı bu dile hakimiyetini gösterir. Ayrıca bu manzumede aruz veznini, o devirde asla görülmeyen bir ustalıkla kullanmıştır.

En ünlü eseri, akâid ilminden bahseden Cevâhiru'l-Akâid kasîdesidir. Bu Arapça kaside yüzbeş beyitli olup medreselerde ders kitabı olarak okutulmuştur. Birkaç kere basılmış, şerhedilmiş, manzum olarak Türkçe'ye çevrilmiştir.

Kasîde-i Nûniye'nin şerhlerinden elimizde 1169 yılında vefat eden Şeyh Dâvud bin Muhammed el-Karsî'nin şerhi, Mevlâna Şemseddîn Ahmed yani Hızır Bey'in talebesi Hayâlî'nin şerhi ve haşiyesi, Osman Aryânî'nin yazmış olduğu Hayru'l-Kalâid şerhi ve Seyyid el-Hac Muhammed Şükrü bin Ahmed Atâ yani Gelenbevî'nin damadının Osmanlıca yazmış olduğu Tuhfetu'l-Fevâid alâ Cevâhiri'l-Akâid şerhleri mevcuddur.

Hızır Bey, 682'de ölen Kadı Sirâceddîn Mahmud'un yazmış olduğu mantığa dair Metâliu'l-Envâr'ı Fatih'in emriyle Farsçaya çevirmiştir. İlminin genişliğine kıyasen çok az eser vermişse de, pek kıymetli talebeler yetiştirmesi, idâri işlerdeki doğrululuğu ve başarısı sebebiyle de anılmaya layık bir insan vasfını kazanmıştır.

Hızır Bey Çelebi'nin üçü erkek, ikisi kız olan beş çocuğu içinde, Hoca Paşa diye anılan Tazarruat adlı eserin sahibi Sinan Paşa, Yakub Paşa ve Ahmed Paşa da tanınmış âlim ve edebiyatçı şahsiyetlerdir. Kızları da Sultan Hatun ile Fahrunnisâ Hatun'dur. Sultan Hatun, Hacı kadın diye de anılmıştır.


Kaynaklar:

1-Kâmus-ul-A'lam c.3 s: 3047,

2-El-Fevâid-ul-Behiyye fî Terâcum-il-Hanefiyye s.70 ,

3-Keşf-üz-Zünûn c.2 s: 1348

4-Türk Ansiklopedisi c.19 s: 217


Hızır Bey Çelebi ile ilgili bu bilgileri toplu olarak Dilârâ Yayınları'ndan -Hızır Bey'in Kasîde-i Nûniye'sinin şerhi- Şüpheden Hakikate eserinden alınmıştır.
 

Enver Ýstek

metin mete
Katılım
27 Ara 2005
Mesajlar
3,935
Tepkime puanı
1,023
Puanları
0
Yaş
60
Konum
Gurbet,daimi gurbetin icinde gurbet
HIZIR BEY

810 h. 863 h yılları arasında yaşamış olan Hızır Bey Çelebi, İstanbul'un ilk kadısı, âlim ve şairdir. Sivrihisar kadısı Emîr Celâleddîn Arif'in oğludur. Köklü bir sipahi ailesine mensubdur.

Hızır Bey Çelebi'yi önce babası okuttu. Sonra Bursa'da Molla Yegan'a gönderdi. Çok kabiliyetli ve çalışkan olan Hızır Bey Çelebi çabuk ilerledi. Genç yaşta Molla Yegan'ın damadı oldu. Yine genç yaşında Sivrihisar Medresesi'ne müderris tayin edildi. İkinci Murad'ın yaptırdığı Ergene Köprüsü'ne üç mısrası Türkçe, son mısrası Farsça olan bir tarih düşürdü. Bu sırada yirmi yaşlarındaydı. 839'da Sivrihisar kadısı olan Hızır Bey Çelebi'nin bu vazifeye hangi tarihte tayin edildiği belli değildir. Zamanındaki âlimlerin içerisinde şöhret kazanmıştır.

851'de Bursa'da bir medreseye müderris oldu. Fatih çağının ünlü âlimleri olan Molla Kastalânî , Muslihiddîn, Hayalî, Hocazâde de hep onun Bursa'da yetiştirdiği talebelerdir.

Fatih, Hızır Bey Çelebi'ye çok değer vermiştir. İstanbul fetholunduğu zaman onu İstanbul'un ilk kadısı yapmış, oğulları Beyazıd ile Mustafa'nın Edirne'de yapılan sünnet düğününe onu da çağırmış ve Hızır Bey Çelebi ziyafette tarihçi Şükrullah ile beraber Padişah'ın karşısında oturmuştur. Hızır Bey Çelebi, bu sırada meşhur Behçet-ut-Tevârih'in bir kısmını bitirmiş olan Şükrullah'a bir takrîz yazmıştır.

Fatih'in Hızır Bey Çelebi'ye değer vermesinin sebebi hakkında iki rivayetten bahsedilir: Birincisi, Fatih'in tahta geçtiği sıralarda Osmanlı ülkesine acem beldesinden gelen bir alimin ilmî tartışmalarda Türk alimleri aciz bırakması üzerine Fatih'in çok üzülmesi ve kendisine tavsiye olunan Hızır Bey Çelebi'yi çağırtarak acemle karşılaştırması hakkındadır. Meclise sipahi kılığı ile girip acem alimin istihzazına uğrayan Hızır Bey Çelebi, onu ilmî konuşmada yenerek Fatih'in büyük teveccühünü kazanmıştır.

İkincisi, Fatih'in hocası Molla Gürânî ile Arabca üzerine yaptığı bir tartışma hakkındadır. Hızır Bey Çelebi İcâlet-ul-Leyleteyn adını verdiği Arabca bir manzumeyi Padişah'a takdim etmiş, Padişah'da bunu Molla Güranî'ye göstermiştir. Molla Gürânî, bu manzumede,
" Uzaklıktaki aşk benden arayı çoğalttı. Aranın uzaklığı şark ve garbın uzaklığı kadardır. Ey Sultan, benim bu manzumem bir veya iki gecenin acelesidir. Halbuki ders günlerimde meşguliyetimle beraber idi. Aynı zamanda iki saat da olsa dersimden ayrılmadım. " şeklinde tercüme ettiğimiz kısımda ve Kaside-i Nûniye içinde, " Yezid o iblisten daha fazla fitne fesadlık çıkarmadı. " sözünde geçen ' zâde ' fiilinin müteaddî olarak kullanıldığını, halbuki fiilin müteaddî değil lâzımî olduğunu söylemiş ve bu fikrini Padişah'ın emriyle manzumenin kenarına yazmıştır. Âlimlerin arasındaki ilmî mücadeleden çok hoşlanan Fatih, Molla Gürânî'nin itaraz kaydını Hızır Bey Çelebi'ye göndermiş; o da Kur'an'ın ' Fî Kulûbihim meradun fezâdehu m ullâhu meradun ' " Onların kalbinde maraz var. Allah Teâlâ da onların marazlarını çoğalttı..." mealindeki ayetini şahid göstererek fiilin müteaddî olduğunu isbat etmiştir.

Hızır Bey Çelebi, Molla Fenârî ile birlikte o zamana kadar gelen alimlerin en üstünü olarak kabul edilmiştir. Türk Edebiyatı'nda ebced hesabıyla tarih söylemeyi geliştirmiş, hatta Türkçe'de ebcedle tarih düşürmeyi icad eden kişi diye telakkî olunmuştur. Türkçe, Arabca, Farsça şiirler yazmışsa da, Türkçe ve Farsça yazdıklarından ancak birkaç mısra kalmıştır. Arabca meşhur Müstezâdı bu dile hakimiyetini gösterir. Ayrıca bu manzumede aruz veznini, o devirde asla görülmeyen bir ustalıkla kullanmıştır.

En ünlü eseri, akâid ilminden bahseden Cevâhiru'l-Akâid kasîdesidir. Bu Arapça kaside yüzbeş beyitli olup medreselerde ders kitabı olarak okutulmuştur. Birkaç kere basılmış, şerhedilmiş, manzum olarak Türkçe'ye çevrilmiştir.

Kasîde-i Nûniye'nin şerhlerinden elimizde 1169 yılında vefat eden Şeyh Dâvud bin Muhammed el-Karsî'nin şerhi, Mevlâna Şemseddîn Ahmed yani Hızır Bey'in talebesi Hayâlî'nin şerhi ve haşiyesi, Osman Aryânî'nin yazmış olduğu Hayru'l-Kalâid şerhi ve Seyyid el-Hac Muhammed Şükrü bin Ahmed Atâ yani Gelenbevî'nin damadının Osmanlıca yazmış olduğu Tuhfetu'l-Fevâid alâ Cevâhiri'l-Akâid şerhleri mevcuddur.

Hızır Bey, 682'de ölen Kadı Sirâceddîn Mahmud'un yazmış olduğu mantığa dair Metâliu'l-Envâr'ı Fatih'in emriyle Farsçaya çevirmiştir. İlminin genişliğine kıyasen çok az eser vermişse de, pek kıymetli talebeler yetiştirmesi, idâri işlerdeki doğrululuğu ve başarısı sebebiyle de anılmaya layık bir insan vasfını kazanmıştır.

Hızır Bey Çelebi'nin üçü erkek, ikisi kız olan beş çocuğu içinde, Hoca Paşa diye anılan Tazarruat adlı eserin sahibi Sinan Paşa, Yakub Paşa ve Ahmed Paşa da tanınmış âlim ve edebiyatçı şahsiyetlerdir. Kızları da Sultan Hatun ile Fahrunnisâ Hatun'dur. Sultan Hatun, Hacı kadın diye de anılmıştır.


Kaynaklar:

1-Kâmus-ul-A'lam c.3 s: 3047,

2-El-Fevâid-ul-Behiyye fî Terâcum-il-Hanefiyye s.70 ,

3-Keşf-üz-Zünûn c.2 s: 1348

4-Türk Ansiklopedisi c.19 s: 217

Hızır Bey Çelebi ile ilgili bu bilgileri toplu olarak Dilârâ Yayınları'ndan -Hızır Bey'in Kasîde-i Nûniye'sinin şerhi- Şüpheden Hakikate eserinden alınmıştır.



Selamün Aleyküm,Alptraum ben listede Ahmet Yeseviyi göremedim acaba alim olarak görülmüyormu?Mesela Haci Bektasi görüyorum ama o yok neden?
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
HİMYERÎ (ö. 727/1327 [?])

er-Ravzii 'l-mitâr adlı eseriyle tanınan Mağribli coğrafyacı.

Ebû Abdillâh Muhammed b. Muhammed b. Abdillâh b. Abdilmün'im es-Sanhâcî el-Himyerî.Fas'ın Sebte (Ceuta) şehrinde doğdu. Ebû İshak el-Gâfiki ve İbnü'ş-Şât gibi bazı âlimlerin derslerine devam eden Himyerî, özellikle Faslı âlimler arasında Arapçaya hâkimiyetiyle dikkat çekiyordu. Onun hadis, kıraat, lügat, nahiv ve aklî ilimler sahasında temayüz eden bir fakih, aynı zamanda noter gibi çalışarak kadı tarafından düzenlenen evrakı onaylayan bir kişi olduğu, zekâsıyla ve satranç oyunundaki başarısıyla ün yaptığı rivayet edilmektedir. Sebte şehrinin ileri gelenleri arasında yer almasından dolayı, Sebte ahalisinin Nasrî hükümdarına bağlılığını sunmak için Gırnata'ya (Granada) gönderilen (705/1305) heyette hocası İbnü'ş-Sât ve Muhammed b. Ali es-Sebtî ile birlikte yer almıştır. Mezarı Sebte'deki Makberetülmenâre'de bulunan Himyerî'nin ölüm tarihi hakkında farklı rivayetler vardır. İbn Hacer el-Askalânî'nin 727(1327) ve Lisânüddin İbnü'l-Hatîb'in 749 (1348) yıllarını vermelerine karşılık Kâtib Çelebi 900'de (1494) vefat ettiğini söylemektedir. Ancak Himyerî'nin er-Ravzü'l-mitâr'da adlarını andığı hocalarının ölüm tarihlerinin Kâtib Çelebi'nin kaydettiği tarihten yaklaşık iki asır önceye rastlaması, kitaptan alıntı yapan bazı müelliflerin yine bu tarihten çok önce vefat etmiş olmaları, ayrıca Himyerî'nin 705 (1305) yılında Gırnata'ya gönderilen bir heyette yer alması, Kâtib Çelebi'nin verdiği tarihin yanlış olduğunu ortaya koymaktadır. er-Ravzü'l-mitâr'ı neşreden İhsan Abbas eserin girişinde bu tartışmalara yer vermekte ve İbn Hacer'in kaydettiği tarihin en doğrusu olduğunu söylemektedir. İbn Abdülmün'im olarak da bilinen Himyerî doğru sözlü, sâlih ve âbid bir kişiydi; üstat ve hafız olarak tanınıyordu.

Himyerî'nin, tam adı er-Ravzü'l-mitâr fî haberi'l-aktâr olan eseri bir tarih-coğrafya ansiklopedisidir. Eserin Himyerî nisbesiyle meşhur olan müellifinin adı hakkında farklı görüşler ileri sürülmektedir. İhsan Abbas, kitabın farklı zamanlarda istinsah edilmiş nüshalarında müellifin adının madde başında yazıldığı şekilde kaydedildiğini söyler. Bu konuda bir araştırma yapan Hamarneh ise eserin tamamının veya büyük bir kısmının Ebû Abdullah Muhammed b. Abdülmün'im el-Himyerî tarafından VII. (XIII.) yüzyılın sonunda kaleme alındığını ve esere daha sonra X. (XVI.) yüzyılın başında onun ahfadından Ebû Abdullah Muhammed b. Muhammed b. Muhammed el-Himyerî'nin bazı küçük ilâvelerde bulunduğunu, bundan dolayı bazı tarihçilerin kendisini er-Ravzü'l-mitâr'ın müellifi zannettiklerini, hâlbuki onu eserin müstensihi kabul etmenin daha doğru olacağını belirtir. Müellif eserin mukaddimesinde, coğrafî bir özelliği olan veya tarihî olaylar açısından önem arzeden yerleri eserine aldığını söyler. Çok önemli topografık bilgiler ihtiva eden kitapta yer isimleri alfabetik sıraya göre verilmiş, bazan yer isimlerinin menşei de açıklanmıştır (meselâ bk. "eş-Şâm" md.). Ayrıca büyük şehirlerin yapısı ve özelliklerinden de bahsedilmektedir (meselâ bk. "Âmid", "el-Kostantîniyye" md.leri). Kitabın hacmini büyütmemek için bazı önemli olayları kısaltarak verdiğini söyleyen Himyerî, bir yerin bazan sadece ismini ve nerede olduğunu zikrederken bazan da ele aldığı yerin coğrafî özelliklerini anlattıktan sonra bu yerin tarihi, buraya mensup meşhur kişiler, onunla ilgili rivayetler, şiir ve efsanelere dair bilgi vermektedir. Müellifin haklarında bilgi verdiği yerleri görmediği ve bu bilgileri daha önce yazılan kaynaklardan naklettiği anlaşılmaktadır.

Yine Himyerî'nin Sebte'de yaşamasına rağmen bu şehirle ilgili verdiği bilgiler tamamen İdrîsî'nin Nüzhetü'l-müştâk'ın dan ve müellifi meçhul el-İstibşâr adlı eserden nakledilmiştir. Eserin kaynakları genelde şunlardır: İdrîsî, Nüzhetü'l-Müştâk; Ebû Ubeyd el-Bekrî, el-Mesâlik ve'l-memâlik ile Mu'cemü me'stacem; el-İstibşâr fî acâ'ibi'l-emsâr. Bu eserlerden sonra coğrafya kaynaklan arasında İbn Cübeyr'in er-Rihle'si başta gelir. Müellif dolaylı şekilde Ya'kübî'den de faydalanmıştır. Tarihle ilgili konularda istifade ettiği kaynaklar ise daha çok Siretü İbn İshâk, Sîretü İbn Hişâm, Fütû'l-büldân (Belâzürî), Taberî'nin Târihi, Fütûhu'ş-Şâm (Muhammed b. Abdullah el-Ezdî el-Basrî) ve Kitâbü'l-Meğazi’dir (İbn Hubeyş). Faydalandığı diğer pek çok eseri ise zikretmemiştir. Himyeri’den istifade edenlerin başında Kalkaşendi gelir; Kalkaşendî, Şubhu'l-a'şâ'nın Ortadoğu İslâm alemiyle ilgili kısımları tamamen er-Ravzü'l-mi'târ'dan almıştır. Öte yandan Nefhu't-tîb müeilifi Makkarî eserden tarih, İbn Abdüsselâm Edde’ri de seyahatname alanında faydalanmışlardır.. Bunların dışında daha bir çok müellif er-Ravzü'l-mitâr'dan istifa de etmiş ve eserin adını vermiştir. Bu arada Makrîzi’nin Ceni'l-ezhâr mine'r-ravzi’l-mi’târ adlı eserinin de onun bir özeti olduğu düşünülmüşse de sonradan yapılan incelemeler, kitabın İdrîsî'nin Nüzhetü'l-müştak’ından özetlendiği anlaşılmıştır. Özellikle Kuzey Afrika ülkelerinde çok tutulan Ravzü'l-mi’târ'dan yapılan alıntılar, Himyerî'nin ve eserinin ilim âleminde güvenilir bir kaynak olarak kabul edildiğini göstermektedir.

Ravzü'l-mitâr'ın mevcudiyetinden ilk defa bahseden Kâtib Çelebi Keşfü'z-Zünun'da eseri er-Ravzü'l-mi’târ fî ahbari’l-aktâr adıyla kaydeder. Ancak Keşfü'z-zunûn'ün Flügel neşrinde eser önce Ravzü'l-mi’târ fî'l-aktâr, sonra da er-Ravzü'l-mi’tar haberi'l-aktâr olarak peş peşe iki defa verilmekte ve Himyerî'nin dedesinin adı ilkinde Muhammed olarak kaydedilmektedir. Yazma nüshalarından biri Nuri Osmaniye Kütüphanesi'nde (nr. 44) bulunan eseri (er-Ravzü’l mi’târ fî zikri'l-müdün ve’l-aktâr) ilk defa kısmen neşrederek ilim âlemine tanıtan âlim E. Levi-Provençal’dir. Levi-Provençal önce İberik yarımadası ile Güney Fransa'yı, sonra da Girit'i, Ch. Pellat Basra'yı, Umberto Rizzitano İtalya ve adalarını, T. Levvicki özellikle Avrupa'nın doğu, orta ve güney kesimlerini, Berâga (Prag) ve bir Polonya şehri olan Mişka'yı (Mieszko), A. Malecka Doğu Afrika'nın sahil kesimleriyle bölgedeki bazı yerleri, S. Hamarneh Şam'ı (Dımaşk) ve arkasından Kudüs'ü tanıtan bölümleri yayımlamış, son olarak da İhsan Abbas geniş kapsamlı bir giriş­le birlikte eserin tamamını neşretmiştir (Beyrut 1975).

(T.D.V. İslam Ans. 18/60-61)
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
İBN-İ ÂBİDÎN

Şam'da yetişen âlimlerin en büyüklerinden, velî. Osmanlıların en meşhûr fıkıh âlimlerinden olan İbn-i Âbidîn'in ismi, Seyyid Muhammed Emîn bin Ömer bin Abdülazîz'dir. 1784 (H.1198) senesinde Şam'da doğdu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri'nin sohbeti ile şereflenerek kemâle geldi.

İbn-i Âbidîn, küçük yaşta Kur'ân-ı Kerîm'i ezberledi. Bir müddet babası ile birlikte ticâretle meşgûl oldu. Bu sırada bir taraftan da Kur'ân-ı Kerîm'i okumaya devâm ediyordu. Bir gün dükkânlarının önünde Kur'ân-ı Kerîm okurken, oradan geçen biri; "Burada bu şekilde Kur'ân-ı Kerîm okuman uygun değildir. Hem okumanı düzelt." dedi. Bunun üzerine babasından izin alarak, o zaman Şam'daki meşhûr kırâat âlimlerinden Şeyhu'l-Kurrâ Saîd-ül-Hamevî'ye gitti. Ondan tecvîd ilmine dâir Meydâniyye, Cezeriyye ve Şâtibiyye kitaplarını okudu ve ezberledi. Kur'ân-ı Kerîm'in doğru ve tam okunmasını bildiren kırâat ilmini iyice öğrendikten sonra, sarf, nahiv ve Şâfiî fıkhını öğrendi. Bu ilimlere dâir ana metinleri de ezberledi. Bundan sonra, o zamânın en meşhûr âlimlerinden olan Seyyid Muhammed Şâkir Sâlimî'nin derslerine devâm etti. Fen ve sosyal ilimlerin, yanı sıra, tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerini de öğrendi. Hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin tavsiyesi üzerine, Hanefî mezhebine geçti. Daha on yedi yaşındayken, fıkıh kitapları üzerine hâşiye ve şerhlerle açıklama ve îzâhlar yaptı. Kıymetli eserler yazmaya başladı. Hadîs ilminde de, Şam'da bulunan muhaddis Kuzberî'den icâzet (diploma) aldı. İlimde o kadar yükseldi ki, daha hocaları hayattayken büyük bir şöhrete kavuştu.

İbn-i Âbidîn, zâhir ilimlerini öğrendikten sonra, kelâm ve tasavvuf ilimlerini de zamânın en büyük âlimi ve tasavvuf ehli, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'den öğrendi. Onun sohbeti ile şereflenerek kemâle geldi. İbn-i Âbidîn'in ilimdeki üstün derecesini, ahlâkını ve hizmetlerini oğlu Alâeddîn Muhammed şöyle anlattı: "Babam uzun boylu, heybetli ve vakârlı idi. Yüzünde nûr parlardı. Vaktini, devamlı, ilim öğretmek ve talebe yetiştirmekle, ibâdet ve tâatla geçirirdi. Geceleri devamlı kitap yazar, az uyurdu. Gündüzleri ders okutur ve sorulan sorulara cevap (fetvâ) verirdi. Ramazanda her gece hatim okur ve göz yaşı dökerdi. İnsanlara faydalı olmak husûsunda çok titiz davranır, hiç abdestsiz durmaz ve vaktini boşa geçirmezdi."

İbn-i Âbidîn hazretlerinin dîne uymaktaki hâlleri meşhûrdur. Haram, mekruh ve şüphelilerden kesinlikle uzak durur, mübahları çok az kullanır, ibâdetlerinde sünnetlere, müstehaplara, edeplere uymakta son derece titiz davranırdı. Beş vakit namazda, tahiyyâtı okurken, Resûlullah efendimizi baş gözü ile görürdü. Göremediği zaman o namazı yeniden kılardı. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin kıymetli talebelerinden olan İbn-i Âbidîn, ondan ders aldığı sıralarda, bir gece rüyâda Resûlullah efendimizin üçüncü halîfesi Hazret-i Osman'ın vefât ettiğini ve Câmi-i Emevî'de namazını kendisinin kıldırdığını gördü. Sabahleyin derse gidip Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri'ne bu rüyâyı olduğu gibi anlatınca, o da; "Senin rüyânın tâbiri, Allahü Teâlâ bilir ki şöyledir: "Ben yakında vefât ederim, sen benim cenâze namazımı Câmi-i Emevî'de kıldırırsın. Çünkü ben, Hazret-i Osman'ın torunlarındanım." buyurdu. Aradan birkaç gün geçince Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, vebâ hastalığından şehîd olarak vefât etti. Namazını İbn-i Âbidîn kıldırdı.

İbn-i Âbidîn hazretleri, fakirlere pek çok sadaka verir, akrabâsını ziyâret eder, annesine, babasına çok iyilik ve hürmet ederdi. Onun meclisinde boş söz konuşulmazdı. Şam'da ve diğer şehirlerdeki şer'î mahkemelerde ihtilaflı hüküm verilse, derhal ona mürâcaat olunarak düzeltilirdi. En mühim ve zor meseleler ona sorulurdu. İhtilaflı bir şey hakkında ona mürâcaat edilmeden hüküm verilmezdi. İlim kitapları üzerine kendi güzel yazısıyla öyle açıklamalar kordu ki, böylece en zor meseleler kolaylıkla anlaşılırdı. Kendisine sorulan sorulara verdiği cevapları güzel bir üslupla yazardı. Birçok talebe yetiştirip icâzet (diploma) vermiştir. İbn-i Âbidîn, fıkıh âlimlerinin yedinci tabakasındandır. Yâni önceki tabakalarda bulunan fıkıh âlimlerinden doğru olarak nakil yapanlar derecesindedir. İbn-i Âbidîn, 1836 (H.1252) senesinde elli dört yaşında Şam'da vefât etti. Vefât haberini duyan müslümanlar, böyle büyük bir âlimi kaybetmelerinden dolayı çok üzülüp göz yaşı döktüler. Cenâzesine gelenler görülmemiş bir kalabalık teşkil etti. Cenâze namazı Sinân Paşa Câmiinde kılındıktan sonra, Şam'da "Bâbü's-sagîr" denilen yerdeki kabristana götürüldü. Vefâtından yirmi gün önce, hocalarının ve büyük zâtların kabirlerinin yanında kendisi için kazdırmış olduğu kabre defnedildi.

İbn-i Abidîn'in en meşhûr eseri Redd-ül-Muhtâr'dır. Bilhassa bu eseriyle tanınmıştır. Bu kitabı, Dürr-ül-Muhtâr kitabına yaptığı beş ciltlik hâşiyesidir. Dürr-ül-Muhtar'a haşiye yazarken önce Vakıf bahsinden başlamış, daha sonra başa dönmüştür. Önceki yazdıklarını temize çekmeden vefât edince bu kısımlar oğlu Alâeddîn tarafından temize çekilmiştir. Kitap, İbn-i Âbidîn ismiyle meşhûr olmuştur. Bu eseri Hanefî mezhebindeki fıkıh kitaplarının en kıymetlisi ve en faydalısıdır. Fukahâ (fıkıh âlimleri) tarafından, üzerinde söz edilmiş her meselenin hülâsası, bütün İslâm âlimlerinin kabûl ve takdir ettiği bir şekilde bu kitapta toplanmıştır. Hanefî mezhebinde kendi zamânına kadar yazılmış fıkıh kitaplarının sanki bir özetidir. Bu kitaba kendi oğlu tarafından Kurret-ül-Uyûnil-Ahyâr adında bir tekmile yazılmıştır. Şam âlimlerinden Ahmed Mehdî Hıdır da, İbn-i Âbidîn kitabının bir fihristini hazırladı ve 1962'de basıldı. Bundan başka; Tefsîr-ül-Beydâvî Hâşiyesi, El-İbâne, El-Ukûdü'd-Dürriyye, İthâfü'z-Zekî, Bugyetü'l-Menâsik, Tahrîrü'l-İbâre, Tahrîrü'n-Nükûl, Şifâü'l-Alîl, Ukûdü'l-Le'âlî, İcâbetü'l-Gavs, Sellü'l-Hisâm-il-Hindî li Nusreti Mevlânâ Hâlid en-Nakşibendî, Nesemâtü'l-Eshâr.

Dört mezhebin inceliklerine vâkıf, derin âlim, kâmil velî Seyyid Abdülhakîm Efendi; "Hanefî mezhebindeki fıkıh kitaplarının en kıymetlisi, en faydalısı İbn-i Âbidîn'dir. Her sözü delîl, her hükmü senettir..." buyurdu.

İbn-i Âbidîn, buyurdu ki:

"Âdem Aleyhisselâm'dan beri, her dinde bir vakit namaz vardı. Hepsinin kıldığı, bir araya toplanarak bize farz edildi. Namaz kılmak, îmânın şartı değil ise de, namazın farz olduğuna inanmak, îmânın şartıdır. Namaz, duâ demektir. Dînin emrettiği, bildiğimiz ibâdete, namaz "salat" ismi verilmiştir. Mükellef olan yâni âkil ve bâliğ olan her müslümanın, her gün beş vakit namazı kılması "Farz-ı ayn"dır. Farz olduğu, Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiştir. Mîrâc gecesinde, beş vakit namaz emrolundu. Mîrâc, hicretten bir yıl önce, Receb ayının yirmi yedinci gecesinde vukû buldu. Mîrâc'tan önce, yalnız sabah ve ikindi namazı vardı."

"Kur'ân-ı Kerîm, Kadir gecesinde inmeğe başlamış ve hepsinin inmesi yirmi üç sene sürmüştür. Tevrât, İncil ve bütün kitaplar ve sahifeler ise, hepsi birden, bir defâda inmişti. Hepsi, insan sözüne benziyordu ve lafızları mûcize değildi. Onun için çabuk bozuldu, değiştirildiler. Kur'ân-ı Kerîm ise, Hazreti Muhammed Aleyhisselâm'ın mûcizelerinin de en büyüğüdür ve insan sözüne benzememektedir."

Hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin kendisine yazdığı bir mektup aşağıdadır.

"Her sözü sened olan büyük âlim Mevlânâ Muhammed Emîn Âbidîn'e en güzel duâlarımı ve en latîf medhlerimi bildiririm.
Sizinle görüşüp buluşma arzumuz çoğaldı. Size olan muhabbet ateşimiz arttı. Şeyh İsmâil Enârânî'nin sizden tarafa gitmesini vesîle ederek bu mektubu yazıyorum. Yazdığınız pek kıymetli eserlerle İslâm Âlemi'ne yaptığınız büyük hizmet için, pek çok duâlara mazhar oldunuz.

Siz de bizim hâlimizi sorarsanız, sevdiklerimizden uzak kalmamızın acısı içindeyiz. Allahü Teâlâ'dan dileğimiz, sizin de öyle olmanızdır. Hâllerinizi bize bildirmeyi ihmâl etmeyiniz. Allahü Teâlâ'nın izniyle, her sıkıntınızda bütün gücümüzle size yardım edeceğiz.

Selâm eder, bütün kalbim ve rûhumla yanınızda olduğumu bildiririm."


C-ESERLERİ:

Müstakil Eserleri:

1. er-Reddü'l-muhtâr ale'd-Dürri'l-muhtâr

2. el-Ukûdu'd-dürriyye fî tenkîhi'l-Fetâva'l-Hâmidiyye

3. Nesemâtü'l-eshâr

4. Minhatu'l-hâlik ale'l-Bahri'r-râik

Risâleleri:

1. el-İbâne an ahzi'l-ücreti ani'l-hidâne

2. İthâfu'z-zekiyyü'n-nebîh bi cevâbi mâ yekûlu'l-fakîh

3. İcâbetü'l-ğavs bi beyâni hâli'n-nukabâ ve'n-nücebâ ve'l-ebdâl ve'l-evtâd ve'l-ğavs

4. Ecvibe muhakkika an es'ile müteferrika

5. İ'lâmu'l-a'lâm li ikrâri'l-âmm

6. el-Akvâlü'l-vâdıhatü'l-celiyye li mes'eleti nakzi'l-kısme ve mes'eleti'd-dereceti'l-ca'liyye

7. Buğyetü'n-nâsik fî ed'ıyeti'l-menâsik

8. Tahbîru't-tahrîr fî ibtâli'l-kadâ bi'l-fesh bi'l-ğabni'l-fâhiş bi lâ tağrîr

9. Tahrîru'l-'ibâre fî men hüve evlâ bi'l-icâre

10. Tenbîhü'l-gâfil ve'l-vesnân alâ ahkâmi hilâli Ramazân

11. Tenbîhü'l-vukûd alâ mesâili'n-nukûd

12. Tenbîhü'l-vulât ve'l-hükkâm alâ ahkâmi şâtimi hayri'l-enâm ev ehadi eshâbi'l-kirâm

13. er-Rahîku'l-mahtûm şerhu Kalâidi'l-manzûm li Abdirrahman b. İbrâhim b. Ahmed el-Hanefî

14. Ref'u'l-iştibâh an 'ibâreti'l-Eşbâh

15. Ref'u'l-intikâd ve def'u'l-i'tirâz alâ kavlihim el-îmanu mebniyyetün ale'l-elfâz lâ ale'l-ağrâz

16. Ref'u't-tereddüd fî 'akdi'l-esâbi' 'inde't-teşehhüd

17. Sellü'l-hüsâmi'l-Hindî li nusreti Mevlânâ Hâlid en-Nakşibendî

18. Şifâ'u'l-'alîl ve bellü'l-ğalîl fî hükmi'l-vasıyye bi'l-hatemât ve't-tehâlîl

19. el-Ukûdu'l-lâlî fî esânîdi'l-'avâlî

20. el-Ukûdu'd-dürriyye fî kavli'l-vâkıf ale'l-ferâizi'ş-şer'iyye

21. el-İlmu'z-zâhir fî nesebi't-tâhir

22. Gâyetü'l-beyân fî enne vakfe'l-isneyn alâ enfüsihimâ vakfun lâ vakfân

23. Gâyetü'l-matlab fi'ştirâti'l-vâkı f 'avde'n-nasîb ilâ ehli'd-dereceti'l-'akreb fe'l-'akreb

24. el-Fevâidü'l-'acîbe fî i'râbi'l-kelimâti'l-garîbe

25. el-Fevâidü'l-muhassase fî ahkâmi keyyi'l-himmasa

26. Menâhilü'sürûr li mübteği'l-hisâb bi'l-küsûr

27. Minnetü'l-Celîl li beyâni ıskâti mâ 'ale'z-zimme min kesîr ve kalîl

28. Menhelü'l-vâridîn min bihâri'l-feyz ale'z-Zuhri'l-müteehhilîn fî mesâili'l-hayz

29. Neşri'l-'arf fî binâi ba'di'l-ahkâm ale'l-'urf

30. el-Hediyyetü'l-'alâiyye li telâmizi'l-medârisi'l-ibtidâiyye

31. Tahrîru'n-nukûl fî nafakâti'l-furû' ve'l-usûl

32. Tenbîhu zevi'l-efhâm alâ butlâni'l-hukm bi nakzi'd-da'vâ ba'de ibrâi'l-'âmm

33. Şerhu'l-manzûmeti'l-müsemmâ bi Ukûdi resmi'l-müftî

34. Tenbîhu zevi'l-efhâm alâ ahkâmi't-teblîğ halfe'l-imâm

İbn Âbidîn'in ayrıca basılmamış şu eserleri vardır:

1. Hâşiyetü'l-Beydâvî

2. Hâşiyetü'l-Mutavvel

3. Hâşiyetü'l-Mültekâ

4. Hâşiyetü'n-Nehr

5. Ref'u'l-intizâr 'ammâ evredehu'l-Halebî el-Mudarî ale'd-Dürri'l-muhtâr

6. Fethu rabbi'l-erbâb alâ Lübbi'l-elbâb

7. ed-Dürerü'l-mudiyye fî şerhi Nazmi'l-ebhûri'ş-şi'riyye

8. Şerhu nüzheti'l-hisâb li'bni'l-Hâim

9. Murâdî târihi"ne bir zeyl

Kaynaklar:

1- Rehber Ansiklopedisi; c.8, s.23

2- Tabakât-ül-Usûliyyin; c.3, s.147

3- Sefînet-ül-Evliyâ; c.4, s.133

4- Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1088

5- Fâideli Bilgiler; (6. Baskı) s.125

6- Redd-ül-Muhtâr

7- Kurretü Uyûn-il-Ahyâr; s.3

8- İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.18, s.45
 

barbie

New member
Katılım
11 Nis 2008
Mesajlar
167
Tepkime puanı
4
Puanları
0
Yaş
40
Hem TÜRK em MÜSLÜMAN olmak ATATÜRK GİBİ Bİ ATAMIZIN OLMASI RABBİMİZİN ATATÜRKÜ MİLLETİMİZE NASİP ETMESİ bunlar çok gurur verici nekadar şükretsek azdır ÖZEL BİR MİLLETİZ HEPDE ÖYLE KALICAK ŞÜKÜRLER OLSUN...
 

yelken06500

New member
Katılım
12 Eyl 2007
Mesajlar
772
Tepkime puanı
131
Puanları
0
Konum
istanbul
AHMET YESEVÎ



Büyük Türk Mutasavvıfı Ahmet Yesevî, Kazakistan'ın YESİ şehrinde, yaygın görüşe göre 1093 yılında doğmuş ve 1166 yılında ölmüştür. İlk mürşidi Arslan Baba olmuş, sonra Yusuf-i Hemadanî'ye intisap etmiştir.

Yesevî, Arapça ve Farsça'yı çok iyi bilmesine rağmen TÜRKÇE'yi seçmiştir.

Yesevî, eski Türk inanışlarının kalıntılarını İslâmiyet ile uzlaştırmaya çalışan, İslâm'ı yeni kabul etmiş insanlara bu dinin sıcak, samimi, hoşgörülü, insan ve tanrı sevgisine dayalı gerçek yüzünü tanıtmıştır.

HİKMET adını verdiği dörtlüklerinde Yesevî;

Benim hikmetlerim hadîs hazinesidir
Kişi pay görmese, bil habistir
Benim hikmetlerim süphanın fermanı
Okuyup bilsen, hepsi Kur'an'ın anlamı

demektedir.

Büyük Türk mutasavvıfı Ahmet Yesevî, Türk dünyasının yetiştirdiği önemli şahsiyetlerden ve Türklüğün sembol isimlerinden biridir.

Ahmet Yesevî'nin Türk tasavvuf geleneğinin kurucusu olması ve kendisinden sonraki büyük mutasavvıflar, Yunus Emre, Mevlâna, Hacı Bektaş-ı Veli ve diğerleri üzerindeki etkisi, böylece Anadolu'nun bir Türk Yurdu haline gelmesindeki manevi rolü, İslamiyet'i dosdoğru anlayan ve anlatan, sade ve temiz üslubu, güzel Türkçe'mizin mimarlarından oluşu, insanlığın ihtiyacı olan yüksek değerleri daha o zamanlar dile getirdiği kardeşliğe, dostluğa, sevgi ve hoşgörüye dayalı düşünceleri bilinmektedir.

Türk'lerin İslâmiyeti anlama ve algılama noktasında YESEVÎ bir ekoldür. Bu açıdan bakıldığında Yesevî, tüm Türk dünyası için çok önemli bir konuma sahiptir. Kendini tanıma umdesi, kültürünü, dilini, tarihini ve dinini tanımak Yesevî düşüncesinin özüdür.

Karahan'lı Hükümdarı Saltuk Buğra Kara Han'ın 950 yılında İslâmiyet'i resmî devlet dini olarak kabul etmesi, TÜRK dünyasının önemli bir dönüm noktasıdır. İslâmiyet'i benimseyen Türk'ler, Türk - İslâm sentezine dayanan yeni bir kültür sahibi olmuşlar, sosyal nizamları ile devlet ve dünya görüşlerine bu kültür ile yeni bir şekil vermişlerdir.

"Pir-i Türkistan" Ahmet Yesevî, Güney Kazakistan'da, Çimkent şehrine 7 km. uzaklıktaki, bugün Türkistan adı ile tanınan YESİ şehrine 157 km. uzaklıktaki Sayram kasabasında doğmuştur. Doğum yılı bilinmemektedir. Ancak 73 yaşında ve 1166 yılında vefat ettiği şeklindeki yaygın görüşe göre 1093 yılında doğduğu tahmin edilmektedir. Doğum yeri olarak YESİ şehri de belirtilmekte ise de anne ve babasının Türbe'lerinin SAYRAM'da olması, O'nun da Sayram'da doğduğunu düşündürmektedir. Babası, Hazret-i Ali soyundan Şeyh İbrahim isimli bir zatdır. Annesi ise Şeyh İbrahim'in halifesi Musa Şeyh'in kızı Ayşe Hatun'dur. Rivayetlere göre önce annesini, sonra babasını kaybeden 7 yaşındaki Ahmet, ablasının himayesinde büyümüştür. Yesi'ye gelen Arslan Baba adlı bir mürşit, O'nun tahsil, terbiyesini üstlenir. Bir süre sonra Arslan Baba ölür, Yesevî de o zamanın önemli kültür ve ilim merkezlerinden olan Buhara'ya gider. Burada Hâce Yusuf-i Hemedani'ye intisap eder ve onun irşadı altına girer.

Yesevî, mürşidi Hemedanî'nin ölümünden sonra bir süre Buhara'da irşad postuna oturursa da, şeyhinin vaktiyle işaret ettiği şekilde YESÎ'ye döner. Ölene kadar da orada aydınlatmaya devam eder.

Menkıbeye göre tekkesinin bahçesinde bir çilehane kazdırır ve ömrünü burada tamamlar. Daha önce de belirttiğim gibi 1166 yılında vefat ettiği sanılmaktadır.

Ahmet Yesevî'nin türbesini Sultan Timur'un yaptırdığı bilinmektedir. Rivayete göre, Hoca, Timur'un rüyasına girip zafer müjdeler. Timur da Türkistan zaferinden sonra Yesi'ye gelir ve Hoca'nın kabrinin üstüne, bir şükran ifadesi olarak, türbe yaptırır. Zamanla harap olan türbe, Şibanî Han tarafından onartılır. Birçok defa tamir gören türbe, Sovyetler Birliği zamanında korumaya alınıp 1978 de ziyarete açılmış, 1989 yılında türbenin bulunduğu bölge "Tarihi Kültür Koruma Mıntıkası" olarak ilân edilmiştir.

Kazakistan bağımsızlığını kazandıktan sonra, Türkistan şehrindeki bu türbenin restorasyon çalışmaları Türkiye tarafından 1992 yılında başlatılmış ve 2 senede bitirilmesi ön görülmüşse de çalışmalar Temmuz 2000 e kadar sürmüş ve türbenin açılışı Ekim 2000 de Türkistan şehrinin 1500. kuruluş yıldönümünde yapılmıştır.

Ahmet Yesevî, Anadolu'ya hiç gelmemiş olmasına rağmen Anadolu'da tanınmış ve sevilmiştir. Bektaşî'lik, Mevlevi 'lik, Yunus Emre ekolü Yesevi'den çok etkilenmiştir.

Anadolu'ya gitmediği bilinmesine rağmen Pülümür'ün Kangallı Köyü'nde Ahmet Yesevî’ye atfedilen bir türbe vardır. Pülümür'deki bu mezar, Yesevî’nin makamı olarak, halkın muhayyilesinde gelişmiş ve türbe O'na atfedilmiştir.

Bundan başka, Baskil ilçesinin Tabanbükü Köyü'nde Ahmet Yesevî kolundan gelen Hasan Dede'nin mezarının bulunduğu biliniyor. Bu köyün doğusundaki bir mezarın da Ahmet Yesevî'ye ait olduğu rivayet edilmektedir.

Şimdi, Yesevî ve Türk diline etkisinden söz etmek istiyorum.

Selçuklular, tarihimizin çok uzun bir dönemini doldurmuş, büyük bir devlettir. Sınırları, Orta Asya ve Anadolu'nun büyük bölümünü kapsamıştır. Devlete adını veren Selçuk Bey ve beraberindekilerin Türkçe adlar taşımalarına rağmen, son hükümdarların isimleri Keykavus , Keykubat gibi Farsça adlardır. En önemlisi, Devletin resmî dili Türkçe değil Farsça'dır. Selçuklu'nun önemli bir şahsiyeti, Alpaslan'ın veziri, Nizam -ül Mülk bir Fars'dır. Adına kurduğu Nizamiye Medreseleri Farsça vermekte idiler. Bütün bu sebeplerle Selçuklu'da Türkçe avam dili, Farsça ise aydın ve bilgin dili olmuştur. Edebiyat ve yazı dili Türkçe değil Farsça alarak kullanılmıştır.

Bütün bu olumsuzluklar arasında Yesi'de bilinçli bir Türk ortaya çıkmış, Arapça ve Farsça'yı çok iyi bilmesine rağmen Türkçe'yi seçmiştir.

Yesevî, İslâm tasavvufunu esas alan, bilim, edebiyat ve san'ata önem veren bir medrese kurdu. Bu medresenin, konuşma dili, yazışma dili, şiir ve edebiyat dili, eğitim ve öğretim dili Türkçe idi. Buradan yetişen binlerce insan Türk Dünyası'nın her tarafına dağıldılar. Bu yetişenler, gittikleri her yerde Yesevî'nin Türkçe şiirlerini, yani HİKMET'lerini tekrar tekrar seslendirdiler. Bu şekilde yeni bir Türk edebiyatı doğdu. Bu arada, Farsça'yı kullananlar, Yesevî'yi, Türkçe yazdığı için eleştirmişlerdir. Yesevî ise bir hikmetinde şöyle demektedir.

Sevmiyorlar bilginler sizin Türkçe dilini
Erenlerden işitsen açar gönül dilini
Ayet - hadis anlamı Türkçe olsa duyarlar
Anlamına erenler başı eğip uyarlar
Miskin hafız Hoca Ahmet yedi atana rahmet
Fars dilini bilir de sevip söyler Türkçe'yi

Daha sonra, Cengiz'ler, Osmanlı'lar dönemlerinde Türkçe egemen olmuştur. Bu konuda büyük şair Yahya Kemal "Ahmet Yesevî kim? bir araştırın, göreceksiniz, bizim milliyetimizi asıl onda bulacaksınız. " demektedir.

Burada, Ahmet Yesevî'nin ilme ve bilgiye verdiği önemi bir, iki Hikmet'i ile dile getirmek istiyorum:

Ey dostlar, cahil ile yakın olup
Bağrım yanıp, candan doyup öldüm ben işte.

Bir başka hikmetinde ise:

Cahil ile geçen ömrüm nar sakar
Cahil olsan cehennem ondan çekinir
Cahil ile cehenneme doğru kılmayın sefer
Cahiller içinde yaprak gibi soldum ben işte

demektedir.

Şimdi de Yesevî'nin din anlayışını irdelemek istiyorum.

Tarih devirlerinde milletimiz bir çok dini kabul etmiştir. Bunların içinde Şamanizm en önemli yeri kaplasa da Budizm, Musevilik ve Hristiyanlık da Türkler arasında yaygınlık kazanmış dinlerdir. Bin yıldan beri ise gittikçe gelişen boyutlarda İslâm dini Türk'lerin inanç birliğini oluşturan din haline gelmiştir.

Şamanizm, sadece Türklerin değil, Asya'nın birçok halklarının ortak inanç sistemidir. Dolayısı ile Şamanizm'i Türklerin ulusal dini olarak kabul etmek yanlıştır.

Göktürk kitabelerinde, Atalarımızın, bir din anlayışı bulunduğu açıklaması vardır. Bu din, yeri, göğü ve insanı yani bütün varlıkları yaratan ve yöneten "Bir Tanrı" anlayışıdır. Belki de çok daha eskilerden, derinlerden gelen Şamanizm inançları "Bir Tanrı" veya "Gök Tanrı" dini ile birlikte yaşamaya devam etmiştir. Oğuz Han'ın "Tanrının Birliği" sözünü temel alan bir anlayışın yayıcısı olduğu görüşü de konuya daha açıklık kazandırır.

Bilinen bir gerçektir ki, bir toplumun kabul ettiği yeni bir din, eski inançları tümüyle ortadan kaldıramaz. Eski inançlar çok defa yeni inancın kisvesi altında yaşamaya devam ederler. Bu manada Şamanizm'in Türklere ait topluluklarda devam ettiğini görebiliyoruz. Meselâ, ataların ruhlarına evliya kudreti, ağaçlara evliya adı verilerek Şamanizm, İslâmî bir kavramla yeniden ifade edilmiştir.

Bugün, büyük çoğunluğu Müslüman olan Dünya Türklüğünün İslâmi anlayışında binlerce yıllık geçmişlerini görmekteyiz. Bu hal, İslâm'ın ana ilkelerinden sapma anlamına gelmemektedir. Söylemeliyiz ki, milletimiz, küçük bir kesim hariç, İslâm'ı doğru anlamış ve doğru uygulamıştır. Bugün, Müslüman milletler içinde en samimi dinî hayatın milletimizce yaşandığı bir gerçektir.

Ahmet Yesevî, eski Türk inanışlarının kalıntılarını İslâmiyet ile uzlaştırmaya çalışan ve dolayısı ile kitaplı dinin, yani İslâmın emirlerini tam yerine getiremeyen yeni Müslüman olmuş insanlara, İslâmın sıcak, samimi, hoşgörülü, insan ve Tanrı sevgisine dayalı, gerçek yüzünü tanıttı.

Ahmet Yesevî, içinde yaşadığı dönemin Türk toplumunun, bozkırlarda at koşturan yarı göçebe insanlar olduklarını, kadın - erkek, genç - ihtiyar, hareketli, kendi gelenek ve göreneklerini diri tutma yolunda başarılı ve mücadele ile geçen bir hayatın içinde olduklarını çok iyi biliyordu. Yesevî, bu insanlara fıkıh kuralları içinde, Arap - Acem kültür etkileri ile boğulmuş karma karışık bir İslâm yerine, samimi ve sarsılmaz bir iman anlayışını telkin eden dinî ve ahlâki kuralları, kendisi Arapça ve Farsça'yı çok iyi bildiği halde, kendi dilleri ile ve daha da önemlisi, onların seviyesinde bir söylem tarzı ile sunmanın, başarının temeli olacağını, görmüş ve uygulamıştır. Onun için de Türk Boyları'nın halk edebiyatından alınmış şekillerle insanlar arasında dostluğu, sevgiyi, dayanışmayı, dünyayı Tanrı ve insan sevgisi ile kucaklamayı öğretmiştir.

Nitekim, Yesevî

Benim hikmetlerim hadis hazinesidir
Kişi pay görmese, bil habistir
Benim hikmetlerim Süphan'ın fermanı
Okuyup bilsen, hepsi Kur'an'ın anlamı

demektedir.

Hoca da öteki mutasavvuflar gibi, âlemi ve âlemde var olan herşeyi ilâhi aşkın eseri olarak gördüğü içindir ki, her şeyi gönülden sevmektedir. Ancak bu sevgi ile Allah'a ulaşılabileceğini söylemektedir. O'na göre Aşk'sız, Mevlâyı anlamak mümkün değildir.

Üstelik Aşk'sız kişi gerçek insan değildir.

Dertsiz insan insan değil, bunu anlayın
Aşk'sız insan hayvan cinsi, bunu dinleyin
Gönlünüzde Aşk olursa, bana ağlayın
Ağlayanlara gerçek Aşk'ımı hediye eğledim.
Aşk'sızların hem canı yok, hem imânı,
Resûlullah sözün dedim mânâ hani.

Diyen Yesevî 140 numaralı hikmetinde, ilâhi aşk hakkındaki görüşlerini,

insanın samimi inancı ile bağlantılıyarak anlatır.

Aşk davasını bana kılma, sahte aşık,
Aşık olsan, bağrın içinde göz kanı yok,
Muhabbetin şevki ile can vermese,
Boşa geçer ömrü onun, yalanı yok.

Aşk bağı sıkıntı çekip yeşertmesen,
Hor görülse nefsini öldürmesen,
"Allah" diyerek içe nuru doldurmasan,
Vallah, billah sende aşkın eseri yok.

Hak zikrini can içinden çıkarmasan,
Üçyüz altmış damarlarını kımıldatmasan,
Dörtyüzkırkdört kemiklerini kul eylemesen,
Yalancıdır Hakk'a aşık olduğu yok.

Rahatı bırakıp can sıkıntısını hoşlayanlar
Seherlerde canını incitip çalışanlar,
Hay-u heves, ben-benliği terk edenler,
Gerçek aşıktır, asla onun yalanı yok.

Kul Hoca Ahmet, candan geçip yola gir,
Ondan sonra erenlerin yolunu sor,
Allah diyerek, Hakk'ın yolunda canını ver,
Bu yollarda can vermesen, imkânı yok.

"İlâhi Aşk" Allah'dır ve bu Aşk'a düşen kişi, bencillik, gösteriş, iki yüzlülük, kişisel çıkar gibi küçük hesapları düşünmemek gerekir. " diyen Yesevî, bir hikmetinde:

Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol,
Öyle mazlum yolda kalsa, yoldaşı ol,
Mahşer günü dergâhına yakın ol,
Ben - benlik güden kişilerden kaçtım ben işte.

Demektedir. Bütün hikmetlerinde yer alan bir gerçek vardır ki o da insana verilen büyük değerdir. İslâm tasavvufunda insan, kâinatın özü alarak kabul edilir. Herşey insan içindir. O halde insana düşen, "Kamil İnsan" olmaya çalışmaktır. Ahlakın kemaline ulaşmıya gayret etmektir. Bunun da bir yolu yaratılmışları sevmek, incitmemek ve incinmemektir. Alçak gönüllü olan insanlar, her hususta samimi olan kişilerdir.

Yesevî, asıl kavgasını, sahte şeyhler ve mollalara karşı yapar. Bunlara karşı da

"Talibim" deyip söylerler vallah, billah insafsız
Namahreme bakarlar, gözlerinde yok insaf;
Kişi malını yiyerler, çünkü gönülleri değil saf
Arslan Baba'nın sözlerini işittiniz teberrük.

Zâkirim deyip ağlar, Çıkmaz gözünden yaşı;
Gönüllerinde gamı yok, her an ağrıya başı;
Oyun-hile kılarlar, malûm Hüda'ya işi,
Arslan Baba'nın sözlerini işittiniz teberrük.

Gibi bir çok Hikmet söylemiştir.

Yesevî, ilim üzerinde çok durmuş, inananların aydın kişiler olduğunu, bunların bilgisizlikten ve bilgisizlerden kısaca cahillikten uzak durduklarını anlatmıştır. Ayrıca bir başka Hikmet'inde: " Bilgisizlik her kötülüğün kaynağıdır. " demiştir. Bir başka Hikmet'inde ise

İlim, iki inci, beden ve cana rehberdir
Can âlimi Hazret'ine yakındır
Muhabbetin şarabından içer
Öyle âlim, gerçek âlim olur dostlarım,

demiştir.

Özetle, Yesevî okulunun ana ilkelerini:

Allahın varlığına ve tekliğine inanmak,

Kur'ana uymak,

İslâm'a dayalı yolda yürümek,

İnsanın kendisini disipline etmesi,

Belli zamanlarda benlik muhasebesi yapmak

olarak özetliyebiliriz.

Ayrıca, Yesevî'liği kabul eden kişinin de :

Hakk'ı bilmek,

Kalbinde Allah ve İnsan sevgisi taşımak,

Cömert olmak,

Gerçekleri kabul etmek,

Geçer ve doğru bilgili olmak,

Kanaatkar olmak,

Nefsine hakim olmak,

Kendini bilmek,

Gönül gözü ile görmek,

Felsefeye yatkın olmak gibi hasletleri kendisinde toplaması gerekiyordu.

Dikkat edilirse, 1000 yıl önce yaşamış bir Türk düşünür, kendini bilmeyi, hurafelerden uzak durmayı, Tanrı'ya inanmayı, kendini geliştirmeye çalışmayı, özellikle hoşgörülü olmayı büyük bir açıklıkla ifade etmiştir
 

sýyah_

New member
Katılım
13 Ağu 2010
Mesajlar
454
Tepkime puanı
222
Puanları
0
Yaş
50
süper paylaşım

süper paylaşım

süper paylaşım tebrikler. ALLAH razı olsun
 
Üst Alt