Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Vahdet-i Vücud

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Tasavvufta, varlığın birliğini savunan öğreti. Muhyiddin İbn Arabî tarafından sistemleştirilen öğreti, sadece Allah'ın varlığının zorunluluğu temeli üzerine kuruludur. Benimseyen mutasavvıflarca tevhidin en yüksek yorumu sayılan öğreti, diğer bazı mutasavvıflar tarafından fenâ makamında kalmanın ortaya çıkardığı bir yanılgı olarak nitelenir.

Vahdet-i vücut ve Vahdet-i şühut nedir?

Cenab-ı Hakka varan yollar çoktur. Bunların bir kısmı diğerlerine nisbeten daha kısa ve daha parlaktır. Fakat, hiç şüphe yok ki, bu yolların arasında Cenab-ı Hakka varan en kısa ve en parlak yol, Resul-i Ekrem Efendimizin çizmiş olduğu nurlu yoldur. Hatta tarikatlar arasında da, Resulullahın sünnetini esas alan tarikatların daha parlak, daha muhteşem olduklarını ifade eden Bediüzzaman, doğru bir yolu takip etmek hususunda sünnet-i se-niyyenin önemine şu ifadeleriyle işaret etmektedir:

"Sünnet-i seniyyenin mes'eleleri, hattâ küçük âdabları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıble nâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum."1

Manevî yolların takibinde meydana gelen bütün tereddütler sünnet-i seniyye ile gider, insan bu sayede ruhî bir huzur ve sükûnet hisseder. Tarikatların takip ettiği tasavvufî yollar da Resulullahın sünnetine uymaları nisbetinde doğru ve hak olur. Kıymet kazanmaları ise, sünnet-i seniyyeye uymalarına ve uygun hareket etmelerine bağlıdır. Nitekim İmam Rabbani bu hakikati açık bir şekilde ifade etmektedir.2

İşte, tasavvuf ehlinin bir kısmı "la mevcûde illâ Hû" yani "Allah'tan başka varlık yoktur", diğer bir kısmı da "la nıeşhûde illâ Hû", "Allah'tan başka müşahede edilen bir varlık yoktur" şeklinde vecizeleşen görüşleri de bu ölçü içerisinde mütalâa edilmelidir. Her iki görüşün mensuplarının, varlıkları tamamen inkâr ettikleri söylenemez. Ancak varlıkları hayal hükmünde kabul ederler. Varlıkların Allah'ın varlığı karşısındaki mevcudiyeti çok sönük olduğundan, böyle derler. Mümkinata, yani Allah'ın yarattıklarına, varlık değerini vermek istemezler. Hattâ İbni Arabi, Allah'tan başka bütün varlıkların mümkün olduğunu ve bu mümkün varlıkların var oluşlarının ise mevhum olduğunu söylemektedir. Böylece varlıkları bir gölge olarak görmektedir.3

İşte, "la mevcûde illâ Hû" ile ifade edilen bu meslek Bediüzzaman'ın ifadesiyle "cadde-i kübrâ" değildir. "Evet, cadde-i kübrâ, Sahabe ve Tabiîn ve Asfîyamn caddesidir. (Eşyanın hakikatları sabittir) cümlesi onların kaide-i külliyeleridir."4 Dolayısıyla varlıkların sabit hakikatları vardır. Hayal ve vehim değildiler.

"La meşhûde illâ Hû" diyen meslek ise, tam huzuru kazanmak için varlıkların varlığını tamamen inkâr etmez, fakat üzerine bir perde çeker, görmek istemez. Çünkü onların manevî huzura mâni olduğuna inanır. Bunların birinci kısımdan farkları, varlıkları yok olarak kabul etmemeleridir. Vardır, ama perde olduğuna inandıkları için görmek istemezler.

Halbuki, Kur'ân-ı Kerimin ve sünnet-i seniyyenin, herkesin girebileceği en geniş caddesi, varlıkları inkâr etmek veya unutmak değil; onları Cenab-ı Hakkın isimlerinin tecelli yerleri olarak görmek, her varlıkta İlâhî mührü okumak, hakikî Tevhide varmaktır. Kur'ân-ı Kerimin varlıklarda tefekkürü emreden âyetleri de bu yolu açıkça göstermektedir.
"La mevcûde illâ Hû" ile "La meşhûde illâ Hû" diyenlerin arasındaki farka işaret için yukarıdaki ifadelere ek olarak İmamı Rabbanî'nin verdiği misali de ilâve etmek isteriz. Ona göre, birinci grup, Allah'ın zâtından başka bir varlığı bilmez. İkinci grup ise Allah'tan başka bir varlığı bildiği halde görmez. Bediüzzaman'm tabiriyle "nisyan (unutmak) perdesini üstüne çeker." Her iki mesleğin de tevhid görüşlerini kâfi görmeyen İmam Rabbanî bunu şöyle bir misalle açıklamaktadır:

"Meselâ, bir kimse güneşin varlığına ilmen bir yakınlık peyda etse, bu yakınlık diğer yıldızların o anda kabul edilmesini gerektirmez. Fakat güneşe bakan bir insan yıldızları göremez. Çünkü o anda onda güneşi görme isteğinin dışında bir arzu yoktur. Bütün buna rağmen, bu insan mutlaka bilir ki, yıldızlar madum (yok olmuş) değildir. Güneşin parlak ışığından dolayı görünmezler. İşte bu sırada bir kimse yıldızların varlığını inkâr ederse hata etmiş olur."5

İmamı Rabbanî, bu ifadelerinden sonra, varlıkları iıvkâr etmenin sünnet-i seniyyeye uygun olmadığını ve bunda mahzur bulunduğunu açıklamaktadır. Fakat sadece "Bir"i görmenin bir tehlike arzetmeyeceğini ifade eder. Ona göre, Hallac-ı Mansur da "Ene'1-Hak" derken, "Ben değilim, Haktır" mânâsını kastetmektedir. Bu ifade, bütün varlık âlemini unutup yalnızca Allah'ın varlığında fâni oluşu dile getirmektedir.


1. Lem'alar, 45.
2. a.g.e.
3. Tasavvuf ve tarikatlar, 125.
4. Mektubat, 76.
5. Tasavvuf ve Tarikatlar, 158.
 

elkaria

Member
Katılım
25 Kas 2007
Mesajlar
271
Tepkime puanı
3
Puanları
18
Yaş
43

TAOİZM VE TASAVVUF

İlah hakkındaki düşünceleri: îlah, sessiz, suretsiz, ebedi, varlığı başkasının varlığından daha önce, varlıkların aslı ve ruhu bu varlıklarda bulunan bir varlıktır. Tao, mutlak var olandır, kâinatın muradıdır. Kâinattan ayrı olmayıp esasıdır. Bütün varlıklar kendisinden kaynaklanmaktadır. Vahdet-i vücuda inanırlar. Yaratan ve yaratılan aynı şeydir. Birbirinden ayrılmayan parçalardır. Ayrılması demek yok olması demektir. îlah hakkındaki görüşleri, yaratanın varlıklar içinde hulul ettiğine ve ancak hulul yoluyla bu varlıkları etkilediğini savunan hulul mezhebine çok yakındır.
Göklerde ve yerde tüm varlıkların hayat, faaliyet ve hareket aslı olan büyük semavi kanuna inanırlar.
Cuang-dzı'ye göre insan, dünyaya kâinatla beraber gelmiştir. însan Allah'ı sever. Ancak Allah'ın geldiği kaynağı daha fazla sever. Buna göre, Allah'tan önce varlık inancını taşıdıkları da görülür.
Kaynak: Risale sosyal bilimler ansiklopedisi
VAHDETİ VUCUD İNANCININ AYNISI DEĞİLMİ?

 

elkaria

Member
Katılım
25 Kas 2007
Mesajlar
271
Tepkime puanı
3
Puanları
18
Yaş
43
VAHDETI VUCUD SIRKIN SON ANI

Vahdet-I Vücut Elestirisi

A. Vahdet-I Vücut Kavrami
Vahdet-i vücutun kelime anlami varligin birligidir. Yani yegane mevcut olan varlik, kendisinden süphe edilmeyen Allah’tir ve evrende O’ndan baska hiçbir sey yoktur. Bu nedenle görebildigimiz ve göremedigimiz varliklarin tümü aslinda O’dur. Varlikta kesret söz konusu degildir.

Islam düsüncesinde Allah telakkisi Kur'an-i Kerim’de anlatilandan uzak olan bakis açilari ortaya çikmistir. Bu sapmanin boyutlarini ve derecelendirmesini genel bir tasnife tabi tutarsak asagidaki tablo konuyu anlamamiza yardimci olabilir.


Tablodaki sapkin bakis açilari her seyi Allah ile ayni görmekten, yaratilmis olanlari Allah’a benzetmek arasinda bir çizgiyi göstermektedir. Degerlendirmeye tabi tutacagimiz anlayis sadece vahdet-i vücut kavramidir. Digerlerine ayri bir baslik altinda degil, ancak kiyaslamalar yaptigimizda deginecegiz.
Evrendeki varliklarin tümü bir varligin (Allah’in) yansimasi olunca putlar da dahil her sey aslinda Allah’in kendisi olmaktadir.

Bu anlayisa göre, cahil kimse putlara tapanlara “bu tastir agaçtir” der. Arif ise Allah’in mazharidir (tecelligahidir), tazim edilmesi gerekir der. Örnegin, Hz. Musa, Hz. Harun’a buzagiya ibadet etmeyi engellemeye çalistigi için azarlamisti. Çünkü o, buzagiya tapmanin niteligini kavrayamamisti. Zaten peygamberlerin putperestleri elestirmeleri onlarin ibadeti putlara has kilmalari konusundaydi.

Hz. Musa, meselenin farkindaydi. Zaten arif kisi, hakki her seyde gören belki de Hakk’i her seyin ayni bilen kimsedir. Onlar buzagiya taparken Allah’tan baskasina tapmiyorlardi. Firavun da: “Ben sizin en yüce Rabbinizim” derken en büyük arif oldugunu göstermistir. Büyücüler de onun bu sözünü takdir etmislerdir.

Halbuki kaç puta tapilacagina dair bir sayi olmadigi için bir putu eksik bile biraksa bir putperest tahsis etmis ve yanlis yolda olmus olur. Arif de onlara taptiklari put için “tazim edilmesi gerekir” degil “bunlarla sinirli kalmayin sayilarini artirin” demek zorundadir. Tahsis vahdet-i vücuta engeldir.

Hz. Musa’nin buzagiya tapmayi onaylamasi mümkün olmamakla birlikte onaylasa bile vahdet-i vücut anlayisina sahip olanlarin bunu tahsis adina benimseyemezler. Zira Hz. Musa tek puta tapmaya onay verirse tahsise gitmis olur. Vahdet-i vücutçularin dedigi gibi olsaydi Hz. Musa: “Ey anam oglu niçin onlara bir tane puta degil de sayisiz puta tapmalari gerektigini söylemedin?” derdi.

Firavunun en yüce rab olmasi onun idrak seviyesinin yüksekligiyle alakalidir. Onun Hz. Musa’ya rabbin mahiyitini sormasi cahillikten degil hz. Musa’yi imtihan etmek içindi. Sorusu da ilham yoluyla olmustu. Firavun kendinde sezdigi seye onlarin suuru olmadigini bildi. Hz. Musa’nin mahiyete dair sorusuna cevap vermeden sadece gerekli olani söylemesi onun bu imkandan yoksun olmasindan kaynaklaniyordu. Firavun, ona mecnun derken onun bu ilmi bilmesinin mümkün olmadigini kastetmisti. Görüldügü gibi bu anlayis sahiplerinin tasavvuru esas alindiginda firavun bile peygamberlerden daha üstün bir kavrayis makamina çikmaktadir. Allah ilham ederek, O’nu peygamberine karsi üstün getirmis ve bize de firavunun evrenin künhüne varisini (!) göstermistir.

Vahdet-i vücut anlayisina göre, Hiristiyanlar kafirdirler çünkü Isa Allah’in ogludur diyerek tahsiste bulunmuslar, putperestler de ilahligi bazi seylere hasretme açisindan hata etmislerdir. Arif ise her seye ibadet edendir. Halbuki zuhur ve tecelli yerleri, zuhur ve tecelli edenden baska ise yine ikilik sabit olur ve birlik anlamsiz kalir.

Hz. Musa, Hz. Harun’un buzagiya tapma konusundaki yanlis tavrini (!) anlamis ise, biz niçin Hiristiyanlarin Hz. Isa’yi ilah edinirken onun arkasindaki hakikati görmeyelim ve onlari devam etmeye tesvik etmeyelim?
Vahdet-i vücut anlayisina sahip olanlar yeryüzündeki bütün sirkleri sahipleniyorlar ve her yaratigi Allah’a es kosuyorlar. Her seye ibadet ettikleri halde “Allah’tan baskasina ibadet etmiyoruz” diyorlar. Halbuki putlara tapmak dogru olsaydi, ne Rasulullah (s) ne de ondan önceki peygamberler insanlardan atalarinin izinden gidenlere putlarini terk ettirmeye çalismaz “atalarinizin taptigina ibadet etmeye devam edin” derlerdi.

Bunlarin mantigina göre Allah her sey oldugu için putlara tapmayi hem emretmis hem de yasaklamis oluyor. Ve ayni zamanda müsrikler peygamberlerden daha dogru yolda oluyorlar. Zira onlar peygamberlere göre bazi görüntülerde (Allah’in tecellilerinde) ibadet yaparken peygamberler bütün görüntülerden uzak durup o görüntülere ibadet etmemislerdir.
Onlara göre baska bir tanriya dua edilmemistir. Hiçbir durumda sirk tasavvur edilemez.

Oysa Kur'an-i Kerim’de Allah kendisiyle birlikte baska tanriya dua etmeyi yasakliyor. Demek ki Allah’tan baskasina dua etmek mümkündür. Nitekim müsrikler Allah’tan baska tanrilar edinmislerdi. O tanrilar Allah’in kendisiyse ve Allah ile birlikte baska bir sey yoksa, Allah ile birlikte baska tanrilar edinilmesi imkan disi olurdu.

Yine Allah’tan baska varlik bulunmasaydi, müsrikler ne Hz. Peygamber (s)’e inanmamak ve Allah’tan baskasina ibadet etmekle ne de Allah’tan baskasini dost ve hakem edinmekle suçlanirlardi. Dolayisiyla bu durumlarina karsi çikilmazdi. Bu bile Allah’tan baskasinin varligina delildir.

Bir seyin hem yaratan, hem yaratilan, hem kadim, hem muhdes, hem kendiliginden zorunlu, hem de baskasindan dolayi zorunlu olmasi düsünülemez. Bu iki ziddi bir araya getirmek olur. Zorunlu (vacip), zati açisindan yok olmayi kabul eden, zorunsuz (mümkün) ise, zati açisindan yok olmayi kabul eden demektir. Böylece bir seyin hem yok olmaya elverisli olmasi hem de olmamasi imkansizdir. Yine kadim baslangici bulunmayan, muhdes ise baslangici bulunan seydir. Yani bir seyin hem kadim hem de muhdes olmasi imkansizdir.
Yine bu kisilere denir ki: “Varlikta Allah’tan baskasi yoksa, yaratiklarin sözlerinin, yiyip içmelerinin, kadin erkek iliskilerinin, zinalarinin, küfür ve sirklerinin, yani tüm çirkin davranislarinin Allah’in kendisi olmasi gerekir.”

Ibnu’l-Arabi ve baskalari acikanin da, susayanin da, hastalananin da, tuvalete gidenin de, cinsi münasebette bulunanin da Allah oldugunu O’nun her türlü eksik ve kusurlu sifatla vasiflandirilmis oldugunu açikça ifade etmislerdir. Onlara göre gerçek kemal budur.


B. Ibnu'l-Arabi’nin Vahdet-I Vücut Anlayisi


Ibnu'l-Arabi, (1165-1240) Endülüs’te dogmustur. Filozof Ibnu Rüsd’ün arkadasidir. Hayatinin tümünü dogdugu yerde geçirmemis, Fas, Tunus, Cezayir, Arabistan ve Anadolu’yu ziyaret etmis, Konya ve Malatya’da dörder yil kalmistir. Malatya’da Süryanilerle irtibat kurmus onlarin Aristo’ya dair bilgi birikiminden faydalanmistir. Dolastigi yerlerde bulunan Ibnu'l-Arabi’nin çesitli felsefe ve kültürlerde derledigi zengin malzemeyi kendi sistemine uygulamasi ve böylece seçmeci bir sistem kurmasi eserlerindeki üslubunu agirlastirmaktadir. Bu sebeple felsefe ve kültür tarihi okumamis olanlar için anlasilmasi zor bir yazardir. Bir de vahdet-i vücut felsefesini eserlerinde bir bölüm olarak ele almadigi daginik bir sekilde isledigi için anlasilmasi daha da güçlesmekte bu sebeple okuyucu ya onu reddetmekte ya da onu asilmaz bir otorite sanip her dedigini kabul etmektedir.

Gerçi her iki grup da onun görüslerinde kendine destek bulmakta zorlanmaz. Birisinin Islam’a aykiri buldugu tevilleri digeri, “Zahir ehli bunu anlayamaz. O hatemu’l-evliya olup her sözü kesif ve ilhama dayanmaktadir” diyerek kabullenebilir.

Epigraf olarak verdigimiz Ibnu'l-Arabi’nin siirinden anlasilacagi gibi Ibnu'l-Arabi, evreni ve yaraticiyi tek kabul eder. Ona göre vacip (zorunlu, yaratici) ve mümkün (yaratilmis) iki varlik yoktur. Zorunlu varlik ile mümkün varlik ayni seydir. Mükellef kim seklindeki soru mükellefin olmadigina dair bir ifadedir. Allah katinda izni olmadan sefaat edecek kimdir? Soru kalibinda oldugu gibi.

Halbuki, mükellefin kim oldugu konusunda sasilacak bir sey yoktur. Allah’in Kabe’yi tavafla mükellef olmasi mümkün degildir. Tüm ümmet rüku ve secde edenin kul oldugunda ittifak etmistir. Bu konuda Ehl-i Sünnet ve Mutezile arasinda bir ihtilaf yoktur.

O’na göre acikan da, susayan da, hastalanan da, tuvalete giden de, cinsi münasebette bulunan da ve her türlü eksiklikle vasifli olan da Allah’tir. Yüce olan örf, akil ve seriat yönünden ister yerilmis olsun ister övülmüs olsun var olmayla ilgili bütün hususlar ile yok olmayla ilgili bütün nispetleri kendi zatinda kapsayan kemale sahip bulunandir.

Oysa böyle söyleyen kimse dövülüp tokatlansa ve bundan dolayi sikayette bulunsa ona denir ki: “Ortada baskasi yok ki. Sana bunu yapan senden baskasi degildir. Aksine, döven dövülenin, söven sövülenin, ibadet eden ibadet edilenin kendisidir.

Ibnu'l-Arabi’nin felsefesinde madum (yok) olan sey ademde (yoklukta) yerlesmis olan seydir. Bu da ayan-i sabitedir. Ayan-i sabite, Allah’in ilminde esyanin görünür hale gelmeden önce var olmasidir. Bunlar hariçte mevcut degildir ama ilahi ilimde “yoklar” olarak mevcutturlar. Ibnu’l-Arabi ayan-i sabite’yi kabul edince bütün mümkün olanlarin da mevcut oldugunu kabul etmesi gerekti.

Ona göre ortada yalnizca Allah ve ayan-i sabite vardir. Ayan-i sabite, ilahi isimlere nazaran pasif durumdadir. Tipki bir küllinin bir cüzi üzerindeki hükmü gibi isimler de bunlar üzerinde belirleyicidir. Bu hissedilir alemde varligi olan bir kulun ayan-i sabite aleminde de ayni anda sübutu var demektir. Ayan-i sabite ilahi ilimde sabitlik elde etmis gerçekliklerdir, mümkinatin zahire dogru bir adim daha ilerleyerek kararlasmasidir.

O’nun varligi yaratilmis degildir. O zatlarin (aynlarin) O’na ihtiyaci yoktur. Onlarin varligi Zattan gelen tecelli ile mümkündür. Mümkün varliklar yokluktaki asillari üzerine sabittirler. Bunlarin nefislerinde ve ayan-i sabitelerinde üzerinde bulunduklari halin suretlerine bürünen Hakk’in vücudundan baska varliklari yoktur. Yaratici onlarda zuhur etmesi açisindan ayana muhtaçtir.

Insanin varligi O’na muhtaçken, O bunun mislinden beridir. Bu zatlar (aynlar) yoklukta sabittirler. Iyilik eden kötülük eden, yararlandiran ve zarar veren zatlarin kendileridir. Kaderin sirri budur. Ayan-i sabitelerinin yaratilisi sirasinda henüz varlik alemine gelmeden mümin olanlar, varlik alanina geldikleri zaman da iman ile görünürler. Allah onlarin böyle oldugunu ayan-i sabitelerinden bilir.

Kaderi Allah’tan baskasinin bilmesi imkansizdir. Çünkü ayan-i sabite gayb aleminin anahtarlaridir ki Allah’tan baskasinin elinde degildir. Fakat zaman olur ki diledigi kulu bunlardan bazisina vakif kilar. Aynlar ebedi ve ezelidir. Hayvan, bitki ve madenlerin, hareket ve tavirlarin dahi zatlari (idealari) aynen böyledir. Iste Hakk’in vücudu bunlara fezeyan etmis (tasmis ve bunlari var) etmistir. Bu bakimdan onlarin varligi Hakkin varligidir, zatlari ise Hakkin kendisi (özü) degildir. Böylece onlar varlik ile sabit olmayi ayirdilar. Yani subut aleminde ne isen varlik aleminde de öyle göründün.
 

elkaria

Member
Katılım
25 Kas 2007
Mesajlar
271
Tepkime puanı
3
Puanları
18
Yaş
43
vahdeti vucud niye batil

Kendisiyle Birlikte Olunabilen Allah İnancı



Daha önceki bölümlerde ayrıntılı olarak anlatıldığı gibi, Mekke müşrikleri Allah'ın mevcudiyetini biliyor ve kabul edi*yorlardı. O'nun mutlak güç ve kudret sahibi olduğunu, herşeyi yaratan olduğunu tasdik ediyorlardı. Ancak ayette de geçtiği gibi, onlar bu olumlu özelliklerine rağmen müşriktiler, çünkü Allah'ı gerektiği kadar ve gerektiği biçimiyle bilmiyor, tanımı*yorlardı. Dolayısıyla inançlarının olumlu yönleri, olumsuzlar*la karşılaştırıldığında bir anlamı kalmıyordu. Onların Allah'la ilgili inançlarının genel özellikleri şöyle idi; onlar putları Allah ile kendi aralarında aracı ve putları kendileri için Allah'a karşı şefaatçi kabul etme yanlışlıklarına karşılık, Allah ile yaratıkla*rı, varlık ve sıfatlar itibarıyla tamamen ayrı kabul etmek gibi bir doğruya da sahiptiler. Hatta Allah ile yaratıkları ayırmada o kadar hassastılar ki bu hassaslıkları bir başka yanlışlığa ne*den olmuştu. Söz konusu yanlışlıkları, Allah'ın yüceliği nede*niyle, hiç bir yaratıkla aşağılığı nedeniyle ilgilenmeyeceği inancıydı. Bu yanlışlık nedeniyledir ki Resûlüllah (sav)'e karşı çıkarken Allah'ın bir insanı elçi olarak seçmiyeceğini, Öylesi yüce bir varlığın insan ile irtibat kurmayacağını belirtiyorlar*dı.



İşte bütün bunlar ve özellikle de inançlarındaki olumlu yönler nedeniyle Resûlüllah (sav)'e ilk gelen ayetlerden bir kıs*mını oluşturan ve Tevhid esasının başhbaşına açıklandığı bir sûre olan İhlâs sûresi "De ki O Allah tektir" ayetiyle başlıyordu. Yani müşriklerin "Rabb'ın nasıldır, kimdir?" içerikli sorularına Resul aracılığıyla "Bilmek istediğiniz Rabb'im yeni bir İlâh de*ğil, Allah'tır. Benim Rabb'im, diğer mabudları bırakarak ken*disine ibadet edeceğiniz yeni bir Rabb değildir. Aslında o Rabb, Allah dediğiniz Rabb'ın kendisidir" biçiminde cevap verile*rek, Allah'la ilgili inançlarının doğru yönleri tasdik edilip açık*lanıyor, yanlışları da gösteriliyordu. Böylelikle onların Allah inancı, tashih edilmiş oluyordu. Ayrıca daha önce de belirttiği*miz gibi onların yanlışlarının en önemli yönünü ise İlâh, Rabb ve Melik'lik sıfatlarını parçalayıp bir kısmını kendilerine ait kılmaları oluşturuyordu. Bu nedenle ilk gelen ayetlerden itiba*ren bu sıfatların sadece Allah'a ait olduğu açıklanır. Hatta bun*dan dolayı ki ilk ayetlerde Allah'ın İlâh, Rabb ve Melik oluşu tekrar tekrar vurgulanır. Bu hakikat insanların kafa ve kalple*rine iyice yerleştirilir ve sonraki ayetlerde ise ayrıntılı sıfatlar fazla zikredilmeden Allah'tan sadece Allah ismiyle bahsedilir. Çünkü insanlar artık Allah'ın kim olduğunu doğru şekilde bil*mektedirler.



Fakat ne yazık ve gariptir ki İslâm Tasavvufu ismiyle olu*şan yapı içerisindeki bazı sûfiler, müslüman sıfatlarına rağ*men, Allah hakkında, Mekke müşriklerinin sahip oldukları doğrular kadar dahi doğrulara sahip olamamışlardır. Hemen belirtelim bu tesbitimizi çok ağır bir iddia/itham olduğunu be*lirterek karşı çıkanların bulunmasını beklemek gerekecektir. Keşke öyle olsaydı. Fakat ne yazık ki bu tesbitimiz, ne bir iddia, ne de bir ithamdır, aksine gerçeğin ifadesidir. Zira bazı sûfiler (ki bunların en önemli özellikleri ise, halk arasında büyük bir takdir ve kabul görmüş olmalarıdır) bu tesbitimizi hiç bir şüp*heye yer bırakmayacak kadar haklı çıkaracak özelliklere sahip olmuşlardır. Bu tesbitimizin en önemli dayanağı, Tevhid esası*nın çarpıtılmasında çok önemli fonksiyonlar üstlenmiş olan Fenâ-Bekâ konusudur. Şöyleki; Allah'ın güç, kudret, ilim ve sı*fatları gereği bütün yaratıklarının her anına ve haline hakim olduğu gerçeği Tevhid'in temellerinden birisi ve hatta en önem-lisidir. Her Elçi, insanlara la ilahe illallah hakikatini tebliğ ederken, Allah ile yaratıklar arasındaki ayrılığı (farklılığı) özellikle vurgulamıştır. Buna göre Allah ile yaratıklar arasın*da hiç bir şekilde benzerlik ve ortaklık yoktur; "(Allah'ın) zatına benzer hiçbir şey yoktur."(42/ll) Allah, bütün yaratıklar üze*rinde mutlak güç, kudret ve hakim olmasına karşılık, yaratık*lar ise (özellikle de insan) varoluş şartlan gereği varlıklarının dayanağı ve sebebi olan Allah'a ibadet etmeleri gerekir. Diğer bir ifadeyle, Allah ile yaratıklar arasındaki tek ilişki, Rabb-Kul ilşkisidir. İnsanın Allah'a ibadetinin esasını ve asıl biçimini ise Fena ile ifade edilen özellikler oluşturur. Burada önemli olan isim değil, o ismin ifade ettiği şartlardır. Buna göre Fenâ'nın te*mel üç özelliği vardır; 1-) Allah'tan başkasına ibadet/kulluk et*memek; 2-) Allah'tan başka hiç bir varlığı, Allah'a rağmen ölçü kabul etmemek; 3-) Allah'tan başka bütün varlıkların varlığı*nın nedeninin Allah olduğunu bilmek. Bunlar gerçekleştiği zaman kul, bütün sorumluluklarını, dolayısıyla Misak'ın şart*larını gerçekleştirmiş olur. Bu ise Rızaullah'a nail olmaktan başka bir sonuca neden olmaz.



Dinin özellikle ibadetle ilgili esaslarında sınırları zorlaya*rak fazla sorumluluklar üstlenme eğilimine girmiş olan zâhidler, iç ve dış etkilerin sonucunda zamanla inanç ve düşün çelerde de farklı özelliklere sahip olmaya başlarlar. Zaten bu safha, tasavvufun oluşum aşamasını oluşturur. Bu süreçte önemli bir değişiklik (bozulma) Fena inancında görülür. Bu de*ğişiklik zamanla artarak ve genişleyerek, sonuçta Allah-Kul, Yaratan-Yaratılmış ayrımının kaybedildiği bir noktaya ulaşır, îşte Mekke müşriklerinde dahi bulunmayan yanlışlık burada*dır. Ve bu yanlışlığın mensup ve taraftarları "Müslüman" sıfa*tına sahip bazı insanlar olmuştur.



İlk dönem sûfileri (H.2./M.8.yüzyıl) Allah'a hakkıyla kul*luk edebilmek için, kişinin kendisinden geçmesi (Fena olması) inancını oluştururlar. Bu genel hatlarıyla ve büyük oranda doğ*ru temeller üzerinde yer alan bir inanç ve kanaat olur. Buna gö*re kişi, Allah'tan başka her şeyden geçmeli ve sadece Allah'a yö*nelmeli, böylelikle kulluğun gerçek şuuruna erebilmelidir. An*cak kişinin kendisinden geçmesi inancı, bir ileri safhada kendi*sinden geçilen mevcudun ne olduğu problemini gündeme geti*rir. Probleme göre, kendinden geçmenin (Fena olmanın) gereği olan Fenâfillâh Allah'ta yok olma hali gerçekleşince, yani Al*lah'tan başka hiç bir şeyi görmeme, bilmeme, duymama hali gerçekleşince, kendisinden geçilenler (Vûcudlar, Allah'tan gay*rı herşey) ne olmuştur? Bu, çözülmesi gereken önemli bir konu olarak gündemi oluşturur. Buna bağlı olarakta, Fena gerçek*leştiği zaman, bunun tamamıyla Allah'ın rıza ve takdirine uy*gun yaşamak, davranmak anlamına mı geldiği, yoksa Allah-Kul ayrımını kaldırıp "Bir" olmak anlamına mı geldiği konusu, üzerinde sıklıkla düşünülen husus olur. Bazılarını tahmin ede-bilsek dahi, tam olarak bilemediğimiz bazı sebeplerden dolayı, söz konusu problemin odaklaştığı yukarıdaki soruya Bekâ-billah (Allah'la bakî olmak) biçiminde cevap verilir ve bu cevap çoğu sûfî tarafından kolaylıkla kabul edilir. Bu cevabın açığa çıkmasında ve bunun oluşumunda o günün müslümanların ilgi odaklarından birisini teşkil eden Felsefe'nin önemli etkileri olur. Ancak felsefenin oynadığı bu önemli rol çoğu zaman sak*lanmaya çalışılır. Hint mistisizminin bazı inançları ise Beka billah inancının oluşumunda diğer önemli esin kaynağı olur. Şöyleki; Plotinus'a (M.270) göre, Tanrıyı bilmek, onunla "Bir" olmak anlamına gelir. Bu bir olmak ise, bilen/bilinen ayrımım tamamen ortadan kaldırır. Hint mistisizmin kaynağı olan Upanişadlar ve Vedantalar'a göre ise varoluşun gereği ve şartı Evrensel Varlık'la (Tanrı'yla) "Bir" olmaktır. Bu ise çoğu zaman Evrensel Varhk'ın insana hulul etmesi şeklinde gerçekleşir. Bu durumun gerçekleşme nedeni ise, insanın arınması, ve yüceleş-mesidir.



Hummalı bir çalışma ile kısa sürede tercüme edilerek, Arapçaya kazandırılan felsefe kitapları ve bilhassa Hallac-ı Man sûr (309/922) gibi bazı sûfilerin Hint'i sık sık ziyaret etme*leri, Bekâbillah inancının oluşmasında etkili olan malzemeyi sağlamış görünüyor. Bu inancın oluşup, kabul görmesi fena inancının aslından oldukça farklı boyutlarda anlamlandırılma-sına da zemin hazırlar. Bütün bunlar sonucunda da kendisin*den geçilenin ne olduğuna yönelik soruya cevap verilmiş olur;


"Ben, sevgi ile bağlı olduğum O kimseyim ve sevdiğim O kimse benim,

Biz bir tek cesede girmiş iki ruhuz,

Sen beni görüyorsan, O'nu da görürsün,

Şayet O'nu görüyorsan her ikimizi de görürsün"

Daha çok hulul inancını ifade eden bu ve benzeri ifadelerle de anlaşılmış olur ki, terkedilen, kendisinden geçilen yoktur. Aksine Mutlak Varlık oluşun bilincine varmak vardır. Hallac-ı Mansûr'un (309/922) diğer bir çok şiirinde ifade edilen bu inan*cın özeti ise "Enel Hakk" sözü olur. O, Hint seyahatleri sırasın*da öğrendiği Hulul inancını Fena inancının çarpıtılmış biçimi içerisinde ifade ederek bu inancın yaygınlık kazanmasına ze*min hazırlar. Elbetteki Mansûr, değiştirilip, çarpıtılan ve bu nedenle Tevhid muhalifi bir özellik kazanan Fena konusu*nun tek örneği değildir. Daha bir çok sûfi, değişik vesilelerle Mansûr'unkine benzer inançlarını açığa vurmaktan geri kal*mazlar. Zamanında zındıklıkla suçlanan Zü'n Nün el-Mısrî (246/861) "Harmaniyemin içinde Allah'tan başka birşey mev*cut değil." veya "Hakk'a Hakk'la baktığım zaman Hakk'ı Hakk'la gördüm ve bir zaman Hakk'da Hakk'la birlikte ol*dum...O'na O'nun nuruyla baktım ve O'nu kendi bilgisiyle gör*düm. O'nun lûtfunun diliyle kendisiyle görüştüm. "Seninle, be*nim halim nasıldır?" dedim. Bana "Ben seninle senim, Sende başka Allah yok" dedi."(54) gibi sözleriyle, söz konusu inancı di*le getirirken, bu inancı sistemleştirip, başlıbaşına bir inanç sis*temi haline getiren İbn Arabî (638/1240) ise "O'nun peygamberi O'dur, göndermesi O'dur ve kelimesi O'dur. O kendisini kendi*siyle Kendi'ne göndermiş'tir." sözleri ve benzerleriyle aynı inancı bazı ufak farklılıklarla tekrarlar. Daha bir çok örneği bulunabilecek bu şahsiyetlerin bir diğer temsilcisi ise Yunus Emre (20/1320-21) olur. O, genel kabul görmüş olan şiirlerinin arasına serpiştirdiği ve hulul ile Vahdet-i Vûcud arasında gi*dip/gelen inancı ile Allah-Kul, Yaratan-Yaratılan ayrımını kal*dırmaya yönelik tavırlar sergiler.
 

elkaria

Member
Katılım
25 Kas 2007
Mesajlar
271
Tepkime puanı
3
Puanları
18
Yaş
43
IBN TEYMIYYE VAHDETI VUCUDA KARSI


IBN-I TEYMIYE’NIN VAHDET-I VÜCUT ELESTIRISI


"Düsmanlarim bana ne yapabilirler, ben cennetimi kalbimde, bahçemi gögsümde tasiyorum. Nereye götürülsem onlar benimle beraberdir. Hapsedilmem halvet, öldürülmem sehâdet ve memleketimden sürülmem ise seyahattir." Ibn-i Teymiye

I. IBNU TEYMIYE
A. Ibnu Teymiye’nin Hayati


Ibnu Teymiye (ö. 728/132 filozoflarin ve Sabiiligin mekani Harran’da dogdu. Ismi annesinin sülalesine atfen verilmistir. Gerek dogum yeri gerekse annesine atfen çagirilmasi –Araplarda babasinin soyuna atif vardir- ve Araplarin onu sahiplenici bir tavra girmemesi gibi nedenler hesaba katildiginda onun Kürt oldugunu söyleyebiliriz.
Çocuklugunun geçtigi Harran’a Mogollar saldirinca Sam’a göç etmek zorunda kaldilar. Mücadeleyle dolu hayati yine orada son buldu. Yaklasik 200.000 erkek ve 15.000 hanimin katilimiyla Sam’da defnedildi.

Ibnu Teymiye’nin mezari Suriye’dedir ve metruk ilgisiz bir haldedir. Mezar ziyaretlerini getirdigi agir elestiri nedeniyle gerek karsitlarinin gerekse taraftarlarinin onun mezariyla ilgilenmeyisinde herhangi bir tutarsizlik söz konusu degildir.
B. Üslubu Ve Kisiligi

Ibnu Teymiye, üslup olarak sert bir insandi. Bu nedenle, güçlü zihnine ragmen kendisinden yasça büyük olan insanlar bazen ondan uzak durmayi tercih ediyorlardi. Konusurken muhaliflerine isimlerini vermeden de olsa “bunu ahmaklar ve cahiller söyler” deyip ondan sonra elestirilerine geçmesi etkileyiciligini zayiflatiyordu.

Ibnu Teymiye cesur bir kisilige sahipti. Sam’da bir heyetin basinda Mogol-Tatarlarinin sultani Gazan Han halki kirip geçirmekten vazgeçmeye davet etti. Öldürülmekten çekinmedi. Bu karsilasma hakkinda enteresan seyler anlatilmistir.

Adil ve merhametli bir insandi. Kendisine yapilan haksizlik onu dogru düsünmekten ali koymazdi. Nasr-i Münci olayinda bunu daha iyi görüyoruz. Sam’da hükümran olan Baybars Çesnigin, M. Ibnu Arabi’yi severdi. Ibnu Teymiye’yi çekemeyen Nasr-i Münci gibi Sam ulemasi da bos durmadi. Baybars’i tahrik edip Ibnu Teymiye’yi hapse attirdilar. Melik Nasir tekrar tahta geçirilip Çesnigir katledildiginde sultan, Ibnu Teymiye’ye Nasr-i Münci ve arkadaslarini da idam edecegini söyledi. Ancak Ibnu Teymiye intikamci bir insan degildi. Melik Nasir’a sunlari söyledi: “Onlar alim insanlar. Bunu yapmayin. Bunlar kadar yüksek alim bulamazsiniz. Bunlari affedin. Beni rencide edenlere hakkimi helal ediyorum. Bunlar Allah ve Rasulü’ne karsi kusur islemislerdir. Onun cezasini Allah verir.” Belki de onun bu sözleri muhaliflerini ölümden kurtaran ifadeler olmustur.

C. Siyasi Ve Ilmi Yönü

Ibnu Teymiye’nin yasadigi dönemde Islam dünyasini yagmalayan Mogollarin basinda Gazan Mahmut Han vardi. Ibnu Teymiye onun siyaseten Müslüman oldugunu söylüyordu. Ordusunda Müslüman savasçilarin olmasi Ibnu Teymiye’nin yasadigi bölgede Mogol isgaline karsi direnise tesvik etmesinde zorluk çikariyordu. Ama o: “Basimin üstünde mushaf, Mogollarin safinda savasirken görürseniz, öldürün” diyerek isgale karsi direnise çagirmaya devam etti.

Dönemindeki siyasi gelismeleri, ittifaklari iyi takip eden Ibnu Teymiye, Sia’nin bir kismini da Mogollara destek verdikleri için karsisina aldi. Esari’nin bazi görüslerine karsi çiktigi için hapse atildi.

Ibnu Teymiye, mücahid olmasinin yaninda iyi bir alimdi. Tasavvuf erbabina agir elestiriler yöneltti. Ama onun muhalefeti teorik tasavvufa yönelikti. Yoksa onun zühd hayatina bakisi olumluydu. Bu nedenle mesela Cüneyd-i Bagdadi’ye dair degerlendirmesi müspetti. Onun döneminde sufilerin tümü vahdet-i vücut görüsünü benimsememislerdi. Ibnu'l-Arabi’yi de begeniyordu. Ancak yazdigi Fususu’l-Hikem adli eserini okuduktan sonra kanaati degisti ve özellikle o eser baglaminda agir elestirilerde bulundu. Mevlevilerin sema törenlerini de sert bir sekilde tenkide tabi tuttu. Sema adini alan ve dini musikiyle iç içe olan meclisler mutlaka uzak durulmasi gereken bir bidat olarak gördü. Sema yapanlari Kabe’de el çirpan islik çalan müsriklere benzetti.

Ibnu Teymiye’nin hadis anlayisi da gayet kusaticiydi. Alimlerin yanlis yapmalarini kabul ediyor ve onlarin birtakim gerekçelerle yanlis anlamalarinda bir kasit aramamak gerektigini söylüyordu. Ona göre imamlarin görüsleri 3 sekilde sahih hadise aykiri olabilir ve onlar bu konuda mazur kabul edilirler:

1.Sözü Rasulullah (s)’in söyledigine inanmamasi (Ebu Hanife’nin Ebu Hureyre’nin naklettigi kabiniza köpek gelince yedi defa yikayin deyip kendisinin üç defa yikamasi hadisini sahih kabul etmemesi).

2.Bu sözle söz konusu meseleyi kastetmis olduguna inanmamasi (Hz. Peygamber (s)’in zekat vermeyenin malinin yarisini alirim demesini bazi fukahanin miktar olarak degil de tehdit olarak algilamasi.)

3.Bu hükmün mensuh olduguna inanmasi (Kital/savas ayetlerinin en güzel bir biçimde tebligi, tartismayi tesvik eden ayetleri nesh ettigine inanmasi).

Birisi çikip da bütün hadisleri bilmeyen müçtehid olamaz demesin. Dersek bir tane bile müçtehid bulamayiz. Alim, ancak çogunu bilebilir.

Ibnu Teymiye ile ilgili anlattiklarimizi onu ve dönemini kisaca tanimak baglaminda görmek gerekir. Çalismamizin asil konusu, onun döneminde özellikle birtakim tasavvuf ehli kisilerin gündemde tutmaya çalistiklari vahdet-i vücut anlayisina getirdigi elestirilerdir. Bu baglamda ön plana çikan iki kisi vardir: Ibnu'l-Arabi ve ögrencisi Tilmisani. Onlarin vahdet-i vücut anlayislarina geçmeden evvel vahdet-i vücut kavraminin ne anlama geldigi üzerinde biraz duralim.

II. Vahdet-I Vücut Elestirisi

A. Vahdet-I Vücut Kavrami
Vahdet-i vücutun kelime anlami varligin birligidir. Yani yegane mevcut olan varlik, kendisinden süphe edilmeyen Allah’tir ve evrende O’ndan baska hiçbir sey yoktur. Bu nedenle görebildigimiz ve göremedigimiz varliklarin tümü aslinda O’dur. Varlikta kesret söz konusu degildir.

Islam düsüncesinde Allah telakkisi Kur'an-i Kerim’de anlatilandan uzak olan bakis açilari ortaya çikmistir. Bu sapmanin boyutlarini ve derecelendirmesini genel bir tasnife tabi tutarsak asagidaki tablo konuyu anlamamiza yardimci olabilir.


Tablodaki sapkin bakis açilari her seyi Allah ile ayni görmekten, yaratilmis olanlari Allah’a benzetmek arasinda bir çizgiyi göstermektedir. Degerlendirmeye tabi tutacagimiz anlayis sadece vahdet-i vücut kavramidir. Digerlerine ayri bir baslik altinda degil, ancak kiyaslamalar yaptigimizda deginecegiz.
Evrendeki varliklarin tümü bir varligin (Allah’in) yansimasi olunca putlar da dahil her sey aslinda Allah’in kendisi olmaktadir.

Bu anlayisa göre, cahil kimse putlara tapanlara “bu tastir agaçtir” der. Arif ise Allah’in mazharidir (tecelligahidir), tazim edilmesi gerekir der. Örnegin, Hz. Musa, Hz. Harun’a buzagiya ibadet etmeyi engellemeye çalistigi için azarlamisti. Çünkü o, buzagiya tapmanin niteligini kavrayamamisti. Zaten peygamberlerin putperestleri elestirmeleri onlarin ibadeti putlara has kilmalari konusundaydi.

Hz. Musa, meselenin farkindaydi. Zaten arif kisi, hakki her seyde gören belki de Hakk’i her seyin ayni bilen kimsedir. Onlar buzagiya taparken Allah’tan baskasina tapmiyorlardi. Firavun da: “Ben sizin en yüce Rabbinizim” derken en büyük arif oldugunu göstermistir. Büyücüler de onun bu sözünü takdir etmislerdir.

Halbuki kaç puta tapilacagina dair bir sayi olmadigi için bir putu eksik bile biraksa bir putperest tahsis etmis ve yanlis yolda olmus olur. Arif de onlara taptiklari put için “tazim edilmesi gerekir” degil “bunlarla sinirli kalmayin sayilarini artirin” demek zorundadir. Tahsis vahdet-i vücuta engeldir.

Hz. Musa’nin buzagiya tapmayi onaylamasi mümkün olmamakla birlikte onaylasa bile vahdet-i vücut anlayisina sahip olanlarin bunu tahsis adina benimseyemezler. Zira Hz. Musa tek puta tapmaya onay verirse tahsise gitmis olur. Vahdet-i vücutçularin dedigi gibi olsaydi Hz. Musa: “Ey anam oglu niçin onlara bir tane puta degil de sayisiz puta tapmalari gerektigini söylemedin?” derdi.

Firavunun en yüce rab olmasi onun idrak seviyesinin yüksekligiyle alakalidir. Onun Hz. Musa’ya rabbin mahiyitini sormasi cahillikten degil hz. Musa’yi imtihan etmek içindi. Sorusu da ilham yoluyla olmustu. Firavun kendinde sezdigi seye onlarin suuru olmadigini bildi. Hz. Musa’nin mahiyete dair sorusuna cevap vermeden sadece gerekli olani söylemesi onun bu imkandan yoksun olmasindan kaynaklaniyordu. Firavun, ona mecnun derken onun bu ilmi bilmesinin mümkün olmadigini kastetmisti. Görüldügü gibi bu anlayis sahiplerinin tasavvuru esas alindiginda firavun bile peygamberlerden daha üstün bir kavrayis makamina çikmaktadir. Allah ilham ederek, O’nu peygamberine karsi üstün getirmis ve bize de firavunun evrenin künhüne varisini (!) göstermistir.

Vahdet-i vücut anlayisina göre, Hiristiyanlar kafirdirler çünkü Isa Allah’in ogludur diyerek tahsiste bulunmuslar, putperestler de ilahligi bazi seylere hasretme açisindan hata etmislerdir. Arif ise her seye ibadet edendir. Halbuki zuhur ve tecelli yerleri, zuhur ve tecelli edenden baska ise yine ikilik sabit olur ve birlik anlamsiz kalir.

Hz. Musa, Hz. Harun’un buzagiya tapma konusundaki yanlis tavrini (!) anlamis ise, biz niçin Hiristiyanlarin Hz. Isa’yi ilah edinirken onun arkasindaki hakikati görmeyelim ve onlari devam etmeye tesvik etmeyelim?
Vahdet-i vücut anlayisina sahip olanlar yeryüzündeki bütün sirkleri sahipleniyorlar ve her yaratigi Allah’a es kosuyorlar. Her seye ibadet ettikleri halde “Allah’tan baskasina ibadet etmiyoruz” diyorlar. Halbuki putlara tapmak dogru olsaydi, ne Rasulullah (s) ne de ondan önceki peygamberler insanlardan atalarinin izinden gidenlere putlarini terk ettirmeye çalismaz “atalarinizin taptigina ibadet etmeye devam edin” derlerdi.

Bunlarin mantigina göre Allah her sey oldugu için putlara tapmayi hem emretmis hem de yasaklamis oluyor. Ve ayni zamanda müsrikler peygamberlerden daha dogru yolda oluyorlar. Zira onlar peygamberlere göre bazi görüntülerde (Allah’in tecellilerinde) ibadet yaparken peygamberler bütün görüntülerden uzak durup o görüntülere ibadet etmemislerdir.
Onlara göre baska bir tanriya dua edilmemistir. Hiçbir durumda sirk tasavvur edilemez.

Oysa Kur'an-i Kerim’de Allah kendisiyle birlikte baska tanriya dua etmeyi yasakliyor. Demek ki Allah’tan baskasina dua etmek mümkündür. Nitekim müsrikler Allah’tan baska tanrilar edinmislerdi. O tanrilar Allah’in kendisiyse ve Allah ile birlikte baska bir sey yoksa, Allah ile birlikte baska tanrilar edinilmesi imkan disi olurdu.

Yine Allah’tan baska varlik bulunmasaydi, müsrikler ne Hz. Peygamber (s)’e inanmamak ve Allah’tan baskasina ibadet etmekle ne de Allah’tan baskasini dost ve hakem edinmekle suçlanirlardi. Dolayisiyla bu durumlarina karsi çikilmazdi. Bu bile Allah’tan baskasinin varligina delildir.

Bir seyin hem yaratan, hem yaratilan, hem kadim, hem muhdes, hem kendiliginden zorunlu, hem de baskasindan dolayi zorunlu olmasi düsünülemez. Bu iki ziddi bir araya getirmek olur. Zorunlu (vacip), zati açisindan yok olmayi kabul eden, zorunsuz (mümkün) ise, zati açisindan yok olmayi kabul eden demektir. Böylece bir seyin hem yok olmaya elverisli olmasi hem de olmamasi imkansizdir. Yine kadim baslangici bulunmayan, muhdes ise baslangici bulunan seydir. Yani bir seyin hem kadim hem de muhdes olmasi imkansizdir.
Yine bu kisilere denir ki: “Varlikta Allah’tan baskasi yoksa, yaratiklarin sözlerinin, yiyip içmelerinin, kadin erkek iliskilerinin, zinalarinin, küfür ve sirklerinin, yani tüm çirkin davranislarinin Allah’in kendisi olmasi gerekir.”

Ibnu’l-Arabi ve baskalari acikanin da, susayanin da, hastalananin da, tuvalete gidenin de, cinsi münasebette bulunanin da Allah oldugunu O’nun her türlü eksik ve kusurlu sifatla vasiflandirilmis oldugunu açikça ifade etmislerdir. Onlara göre gerçek kemal budur.


.
 

Ebu Zerr

New member
Katılım
8 Haz 2007
Mesajlar
866
Tepkime puanı
40
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Ankara
“KONUŞMASI KÜFÜR OLMAKLA BİRLİKTE KELAMINDA UYGUN SÖZ BULUNMASI VE BAŞKASI GİBİ İTTİHAD FİKRİNDE DEVAM ETMEMESİ SEBEBİYLE İSLAM’A EN YAKIN OLANLARI İBN ARABİ’DİR. BİLHASSA O KAH HAKKI, KAH BATILI HAYAL ETTİĞİ GENİŞ HAYALİNE DALIP GİTMİŞTİR. NE ÜZERE ÖLDÜĞÜNÜ EN DOĞRU BİLEN ALLAH’TIR. ( HAKİKİYYETÜ MEZHEBİL VAHDET RİSALESİ)

İbn Teymiyye ittihad ve hulul iddiasına karşıdır...
Hakeza İbn Arabi'de ittihad ve hulul iddiasına karşıdır...
 
Üst Alt