Mustafa Armağan,2. Abdulhamit hakkında tarih kitaplarında yazan
10 yanlışı yazdı.
Geçtiğimiz 10 Şubat günü Sultan II. Abdülhamid'in 91. ölüm
yıldönümüydü. Hakkında olumlu bir şey söylemenin bile cesaret
istediği yıllar yaşadık ama artık mızraklar çuvallara sığmaz oldu.
Çuvalları delip çıkan gerçeğin mızrakları hepimizi şaşırtıyor. Neler
mi onlar? Sayıları çok fazla ama içlerinden 10 tanesini seçtim.
Beraber çıkarmaya çalışalım mı?
1. Kızıl Sultandı: Bu iddia, Albert Vandal adlı bir Fransız yazar
tarafından ortaya atılmıştı. Atılış sebebi de, Abdülhamid'in Ermeni
isyanlarını bastırtmış olmasıdır. Başta İngiltere ve Fransa olmak
üzere Avrupa kamuoyunda Abdülhamid'in kan dökücü bir padişah
olduğu propagandası başlatıldı. İşte "Kızıl", yani kan döken Sultan
lakabı bu sırada asıldı boynuna. Hadi Ermenilerin böyle demesini
anladık; iyi ama bir tekini bile idam ettirmemiş olan Abdülhamid'e
Jön Türkler neden "Kızıl Sultan" dediler? 1915'te yüzbinlerce
Ermeni'yi tehcir ettirecek olanlar, 25 yıl önce Ermeni propaganda
ordusunun neferleri olmakta sakınca görmemişlerdi.
2. Meşrutiyet düşmanıydı: 93 Harbi'nde Osmanlı topraklarının üçte
biri kaybedilmişti. Bu çapta bir toprak kaybı karşısında meclisteki
farklı milliyetlere mensup üyeler paniğe kapılmış, her biri kendi
milletinin topraklarını kurtarma telaşına düşmüştü. Birleştirici
olacağı ümidiyle kurulan meclis, tam tersine bölücü bir meclis
olmuştu. İki seçenek vardı: Ya parçalanmaya seyirci kalmak ama
meşrutiyetten taviz vermemek ya da meşrutiyeti askıya almak ama
ülkeyi parçalanmaktan kurtarmak. Abdülhamid ikincisini seçti ki,
aynı durumda devlet refleksi zaten başkasını yapmasına müsaade
etmezdi.
3. Milleti cahil bıraktı: Bilinenin aksine, Osmanlı tarihinin en canlı
eğitim hamlesi, Abdülhamid dönemine rastlar. Sevan Nişanyan'ın
hesaplamalarına göre Türkiye, Abdülhamid dönemiyle
kıyaslanabilecek bir okullaşma düzeyine yeniden ancak 1950'li
yıllarda ulaşabilmiştir. Mesela 1895'te TC sınırlarına tekabül eden
bölgede bine yakın (835) ortaokul ve lise bulunuyorken 1923'te bu
sayı 95'e düşmüştür. 1895'teki yüz bine yakın öğrenci sayısı
(97.837), 1950-51 sezonunda aşağı yukarı aynı seviyede
seyretmektedir (90.356). Öncesiyle kıyasladığımızda Abdülhamid
dönemindeki eğitim patlaması daha görünür hale gelir. Tahta
geçtiği yıl 250 olan rüşdiye sayısı 1909'da 900'e, 6 olan idadi sayısı
109'a çıkmıştır. 1877'de İstanbul'da sadece 200 tane modern
ilkokul varken 1905'te 9 bine çıkmıştı. Her yıl ortalama 400 ilkokul
açılmıştır ki, bu, Cumhuriyet döneminde bile kırılamamış bir
rekordur.
4. Denizciliğe düşmandı: Abdülaziz döneminde dünyanın 3. büyük
deniz gücü olmuştuk ama bu donanmanın sadece yıllık boya parası
bile Denizcilik Bakanlığı'nın bütçesini aşıyordu! Abdülhamid
"karacı" idi, kabul. Ama Atatürk de, İnönü de karacı idi. Demek ki,
Türkiye'nin etrafı denizlerle çevrili bile olsa böylesine büyük bir
deniz gücünü besleyebilecek ekonomik altyapısı mevcut değildi.
Savaş gemisi alıp yeniden dışarıya bağımlı kalmaktansa Abdülhamid
tercihini kara ve demiryollarından yana kullandı. İttihatçılar da,
Atatürk de, İnönü de demiryoluna öncelik vermediler mi?
5. Keyfî sansür uyguladı: Sansürün elbette savunulacak tarafı yok.
Ancak PKK ile mücadele döneminde basının nasıl ağır bir sansür
altında çalıştığını unutmadık. Sansür vardı, evet. Fakat siyasi
konulara girilmemesi aynı zamanda edebiyatımızın görkemli
eserlerinin ortaya çıkması gibi hayırlı bir sonuç da vermemiş midir?
Hem Takrir-i Sükûn döneminde uygulanan "cellat sansürü"yle hiç
mi hiç kıyaslanamaz Abdülhamid'inki.
6. Hafiye teşkilatı zararlıydı: Hafiye teşkilatının topluma nefes
aldırmadığını iddia edenler, aksi halde ne yapılması gerektiğini de
söylemelidirler. Meydanı İngiliz, Rus, Fransız ajanlarına mı
bırakmalıydı? Hafiyesiz, ajansız, casussuz bir devlet olur mu?
Unutmayalım ki, Fransa'nın İstanbul büyükelçisi, Abdülhamid'in
tahta geçtiği yıl sokaklarda Fransız Kralı'nın posterlerinin Ermeni
hamalları tarafından satıldığını yazıyordu. Devlet Londra, Paris ve
Petersburg'dan yönetiliyor, "Hasta Adam"ın kimin kucağında
öleceği tartışılıyordu. Abdülhamid, iktidarın dizginlerine
asılabilmek için hafiye teşkilatını kurmak zorundaydı. Elbette
suistimaller olmuştur ama yakınlarından biliyoruz ki, Sultan her
jurnali okuyor ama mutlaka yazanın adam olma niteliğine göre
değerlendirmeye tabi tutuyordu.
7. Despottu: 'İstibdad' kelimesini 'despotizm' diye çevirmek
yanlıştır. Hele totalitarizm hiç değil. Kaldı ki, İslam siyaset
düşüncesinde "istibdâd" meşru yönetim şekillerindendi. Mesela İbn
Haldun 'istibdâd'ı tek adam yönetimi, yani otokrasi anlamında
kullanır ve meşru yönetim şekillerinden biri kabul eder. Kaldı ki,
önüne gelen idam cezalarını sürekli affeden birinin istibdâdın
yetkilerini hangi yönde kullandığını da pekala görmüş oluyoruz.
8. 31 Mart'ı tertiplemişti: 31 Mart isyanında en ufak bir katkısının
olmadığı kesin olarak ortaya çıktığı halde asırlık İttihatçı
propagandanın etkisi hâlâ sürüyor. İsyanı araştırma komisyonu
başkanı Yusuf Kemal [Tengirşenk], 31 Mart'ın Abdülhamid'in eseri
olmayıp İttihatçılara karşı yabancı casus şebekeleri ile mürtecilerin
teşebbüsleri olduğunu yazmıştır. Rıza Tevfik ise mahkemede
şunları söylemiştir: 31 Mart uydurma ihtilali hazırlandığı zaman
ben Talat Bey'e beyhude yere kardeş kanı dökülmesinin büyük bir
cinayet olduğunu anlattım. Aldığım cevap şu oldu: "Ne yapalım,
Cemiyetin paraya ihtiyacı var, bunu da ancak Yıldız Sarayı'nın
hazinesi karşılayabilir."
9. Hamidiye Alayları gereksizdi: Hamidiye Alayları şunlara
yaramıştı: 1. Askerlik yapmayan Kürtlerle kolluk kuvveti eksikliği
giderildi. 2. Rus istilasına karşı caydırıcı oldu. 3. Kürtler ve konar
göçerlerin dış güçlerce kullanılmasına engel oldu. 4. Aşiretlerin
yerleşik hayata geçmelerini hızlandırdı. 5. Çocuklar İstanbul'daki
Aşiret Mektebi'nde eğitilerek Osmanlılık bilinci edindiler. 6. Aşiret
kavgalarının önüne geçildi. 7. Sükûnet sağlanınca Doğu ve
Güneydoğu Anadolu'nun imarına çalışıldı...
10. Korkaktı: Namık Kemal'in oğlu Ali Ekrem Bey'in dediği gibi
"Abdülhamid'in korkak olduğunu sananlar yanılırlar. Korkak olmak
şöyle dursun, tam tersine cesurdu." Dolmabahçe Sarayı'ndaki bir
bayramlaşma sırasında deprem olmuş ve tavana asılı 1,5 tonluk bir
avize yere düşmüştü. O kargaşalıkta salonda kılı kıpırdamayan tek
kişi, Abdülhamid'di. Keza yanı başında bomba patlarken bile
metanetini yitirmemiş, öğleden sonra elçilerle mutad görüşmelerini
dahi aksatmamıştı. Kızı Ayşe Sultan'a söyledikleri karakterini iyi
özetler: "Kalbimde yalnız Allah korkusu vardır. Bir hadise olmadan
evvel onu önlemek için telaş ederim. Ama tehlikenin içinde
bunduğumu hissedersem icabında ateşe atılmaktan bile
çekinmem."
10 yanlışı yazdı.
Geçtiğimiz 10 Şubat günü Sultan II. Abdülhamid'in 91. ölüm
yıldönümüydü. Hakkında olumlu bir şey söylemenin bile cesaret
istediği yıllar yaşadık ama artık mızraklar çuvallara sığmaz oldu.
Çuvalları delip çıkan gerçeğin mızrakları hepimizi şaşırtıyor. Neler
mi onlar? Sayıları çok fazla ama içlerinden 10 tanesini seçtim.
Beraber çıkarmaya çalışalım mı?
1. Kızıl Sultandı: Bu iddia, Albert Vandal adlı bir Fransız yazar
tarafından ortaya atılmıştı. Atılış sebebi de, Abdülhamid'in Ermeni
isyanlarını bastırtmış olmasıdır. Başta İngiltere ve Fransa olmak
üzere Avrupa kamuoyunda Abdülhamid'in kan dökücü bir padişah
olduğu propagandası başlatıldı. İşte "Kızıl", yani kan döken Sultan
lakabı bu sırada asıldı boynuna. Hadi Ermenilerin böyle demesini
anladık; iyi ama bir tekini bile idam ettirmemiş olan Abdülhamid'e
Jön Türkler neden "Kızıl Sultan" dediler? 1915'te yüzbinlerce
Ermeni'yi tehcir ettirecek olanlar, 25 yıl önce Ermeni propaganda
ordusunun neferleri olmakta sakınca görmemişlerdi.
2. Meşrutiyet düşmanıydı: 93 Harbi'nde Osmanlı topraklarının üçte
biri kaybedilmişti. Bu çapta bir toprak kaybı karşısında meclisteki
farklı milliyetlere mensup üyeler paniğe kapılmış, her biri kendi
milletinin topraklarını kurtarma telaşına düşmüştü. Birleştirici
olacağı ümidiyle kurulan meclis, tam tersine bölücü bir meclis
olmuştu. İki seçenek vardı: Ya parçalanmaya seyirci kalmak ama
meşrutiyetten taviz vermemek ya da meşrutiyeti askıya almak ama
ülkeyi parçalanmaktan kurtarmak. Abdülhamid ikincisini seçti ki,
aynı durumda devlet refleksi zaten başkasını yapmasına müsaade
etmezdi.
3. Milleti cahil bıraktı: Bilinenin aksine, Osmanlı tarihinin en canlı
eğitim hamlesi, Abdülhamid dönemine rastlar. Sevan Nişanyan'ın
hesaplamalarına göre Türkiye, Abdülhamid dönemiyle
kıyaslanabilecek bir okullaşma düzeyine yeniden ancak 1950'li
yıllarda ulaşabilmiştir. Mesela 1895'te TC sınırlarına tekabül eden
bölgede bine yakın (835) ortaokul ve lise bulunuyorken 1923'te bu
sayı 95'e düşmüştür. 1895'teki yüz bine yakın öğrenci sayısı
(97.837), 1950-51 sezonunda aşağı yukarı aynı seviyede
seyretmektedir (90.356). Öncesiyle kıyasladığımızda Abdülhamid
dönemindeki eğitim patlaması daha görünür hale gelir. Tahta
geçtiği yıl 250 olan rüşdiye sayısı 1909'da 900'e, 6 olan idadi sayısı
109'a çıkmıştır. 1877'de İstanbul'da sadece 200 tane modern
ilkokul varken 1905'te 9 bine çıkmıştı. Her yıl ortalama 400 ilkokul
açılmıştır ki, bu, Cumhuriyet döneminde bile kırılamamış bir
rekordur.
4. Denizciliğe düşmandı: Abdülaziz döneminde dünyanın 3. büyük
deniz gücü olmuştuk ama bu donanmanın sadece yıllık boya parası
bile Denizcilik Bakanlığı'nın bütçesini aşıyordu! Abdülhamid
"karacı" idi, kabul. Ama Atatürk de, İnönü de karacı idi. Demek ki,
Türkiye'nin etrafı denizlerle çevrili bile olsa böylesine büyük bir
deniz gücünü besleyebilecek ekonomik altyapısı mevcut değildi.
Savaş gemisi alıp yeniden dışarıya bağımlı kalmaktansa Abdülhamid
tercihini kara ve demiryollarından yana kullandı. İttihatçılar da,
Atatürk de, İnönü de demiryoluna öncelik vermediler mi?
5. Keyfî sansür uyguladı: Sansürün elbette savunulacak tarafı yok.
Ancak PKK ile mücadele döneminde basının nasıl ağır bir sansür
altında çalıştığını unutmadık. Sansür vardı, evet. Fakat siyasi
konulara girilmemesi aynı zamanda edebiyatımızın görkemli
eserlerinin ortaya çıkması gibi hayırlı bir sonuç da vermemiş midir?
Hem Takrir-i Sükûn döneminde uygulanan "cellat sansürü"yle hiç
mi hiç kıyaslanamaz Abdülhamid'inki.
6. Hafiye teşkilatı zararlıydı: Hafiye teşkilatının topluma nefes
aldırmadığını iddia edenler, aksi halde ne yapılması gerektiğini de
söylemelidirler. Meydanı İngiliz, Rus, Fransız ajanlarına mı
bırakmalıydı? Hafiyesiz, ajansız, casussuz bir devlet olur mu?
Unutmayalım ki, Fransa'nın İstanbul büyükelçisi, Abdülhamid'in
tahta geçtiği yıl sokaklarda Fransız Kralı'nın posterlerinin Ermeni
hamalları tarafından satıldığını yazıyordu. Devlet Londra, Paris ve
Petersburg'dan yönetiliyor, "Hasta Adam"ın kimin kucağında
öleceği tartışılıyordu. Abdülhamid, iktidarın dizginlerine
asılabilmek için hafiye teşkilatını kurmak zorundaydı. Elbette
suistimaller olmuştur ama yakınlarından biliyoruz ki, Sultan her
jurnali okuyor ama mutlaka yazanın adam olma niteliğine göre
değerlendirmeye tabi tutuyordu.
7. Despottu: 'İstibdad' kelimesini 'despotizm' diye çevirmek
yanlıştır. Hele totalitarizm hiç değil. Kaldı ki, İslam siyaset
düşüncesinde "istibdâd" meşru yönetim şekillerindendi. Mesela İbn
Haldun 'istibdâd'ı tek adam yönetimi, yani otokrasi anlamında
kullanır ve meşru yönetim şekillerinden biri kabul eder. Kaldı ki,
önüne gelen idam cezalarını sürekli affeden birinin istibdâdın
yetkilerini hangi yönde kullandığını da pekala görmüş oluyoruz.
8. 31 Mart'ı tertiplemişti: 31 Mart isyanında en ufak bir katkısının
olmadığı kesin olarak ortaya çıktığı halde asırlık İttihatçı
propagandanın etkisi hâlâ sürüyor. İsyanı araştırma komisyonu
başkanı Yusuf Kemal [Tengirşenk], 31 Mart'ın Abdülhamid'in eseri
olmayıp İttihatçılara karşı yabancı casus şebekeleri ile mürtecilerin
teşebbüsleri olduğunu yazmıştır. Rıza Tevfik ise mahkemede
şunları söylemiştir: 31 Mart uydurma ihtilali hazırlandığı zaman
ben Talat Bey'e beyhude yere kardeş kanı dökülmesinin büyük bir
cinayet olduğunu anlattım. Aldığım cevap şu oldu: "Ne yapalım,
Cemiyetin paraya ihtiyacı var, bunu da ancak Yıldız Sarayı'nın
hazinesi karşılayabilir."
9. Hamidiye Alayları gereksizdi: Hamidiye Alayları şunlara
yaramıştı: 1. Askerlik yapmayan Kürtlerle kolluk kuvveti eksikliği
giderildi. 2. Rus istilasına karşı caydırıcı oldu. 3. Kürtler ve konar
göçerlerin dış güçlerce kullanılmasına engel oldu. 4. Aşiretlerin
yerleşik hayata geçmelerini hızlandırdı. 5. Çocuklar İstanbul'daki
Aşiret Mektebi'nde eğitilerek Osmanlılık bilinci edindiler. 6. Aşiret
kavgalarının önüne geçildi. 7. Sükûnet sağlanınca Doğu ve
Güneydoğu Anadolu'nun imarına çalışıldı...
10. Korkaktı: Namık Kemal'in oğlu Ali Ekrem Bey'in dediği gibi
"Abdülhamid'in korkak olduğunu sananlar yanılırlar. Korkak olmak
şöyle dursun, tam tersine cesurdu." Dolmabahçe Sarayı'ndaki bir
bayramlaşma sırasında deprem olmuş ve tavana asılı 1,5 tonluk bir
avize yere düşmüştü. O kargaşalıkta salonda kılı kıpırdamayan tek
kişi, Abdülhamid'di. Keza yanı başında bomba patlarken bile
metanetini yitirmemiş, öğleden sonra elçilerle mutad görüşmelerini
dahi aksatmamıştı. Kızı Ayşe Sultan'a söyledikleri karakterini iyi
özetler: "Kalbimde yalnız Allah korkusu vardır. Bir hadise olmadan
evvel onu önlemek için telaş ederim. Ama tehlikenin içinde
bunduğumu hissedersem icabında ateşe atılmaktan bile
çekinmem."