Sahabi arkadaş/dost olmak anlamına gelen sohbet/suhbet kelimesinden müştak bir kelime. Bunun için muayyen bir ölçü yok, 'sahabi' az ya da çok başkası ile birlikte olan herkese şamil. Bu yüzden; 'falanca ile bir yıl, bir ay, bir gün ve hatta kısa bir an beraber oldum' derken sahibe/beraber oldu fiili kullanılır. Kelimenin sohbet çerçevesinde kazandığı geniş anlam, günün belli bir anında Allah Rasulü (s.a.v.) ile birlikte olan kişiyi de içine almaktadır.
Sahabi olmanın ve de o duruş üzere kalmanın nasıllığı ulema indinde farklı mütalalara neden olmuştur. Muhaddislere göre; Allah Rasülünü (s.a.v.) müslüman olarak bir defa gören kişi sahabidir. Fakat Onu (s.a.v.) mümin olarak görenin iman üzere ölmesi şarttır.[1] Sahabi olma şerefine nail olan, ardından irtidat eden sonra tekrar müslüman olan fakat yeni halinde Allah Rasülünü (s.a.v.) göremeden ölenler tarifin dışında kalırlar. Bu yüzden Kurre b. Meysere, Eşas b. Kays gibi bir ara irtidata irtikap edenler Ebu Hanife ve Şafiye göre sahabi kabul edilmezler.[2] İrtidat ameliyesi kişinin bütün amellerini iptal ettiği gibi sahabi olma payesini de alır-götürür.[3]
Allah Rasülünü (s.a.v.) görmenin nasıllığı ile ilgili mülahazalar şu çerçevededir: Kişi bizatihi Onu (s.a.v.) görmeyi kast ediyor, ya da başkası vesile oluyor, bizzat Ona (s.a.v.) bakıyor, ya da hedefinde başkasını görmek varken gayri ihtiyari olarak bakışları Ona (s.a.v.) alıyor.[4] Eğer bütün bu bakışların öncesinde iman varsa gören kişi sahabi kabul edilir.
Allah Rasulünü (s.a.v.) görmek, Ona (s.a.v.) mülaki olmak anlamında değerlendirilmelidir. Zira İbn Ümmi Mektum gibi Efendimizi (s.a.v.) dünya gözü ile göremeyenler de tereddütsüz sahabidir.[5] Sağını solunu birbirinden ayırabilen veya sözü anlayıp karşılık verebilecek derecede bir dirayete malik olan çocuklar da sahabidir.[6]
Ebu Zueyb El-Hüzeli gibi Onu (s.a.v.) ölümle defn arasında görenler yaşarken görme bahtiyarlığına eremediklerinden sahabi kabul edilmezler.[7]
Ez cümle sahabi; Allah Rasulünü (s.a.v.) , risalet vazifesinin başlangıcından Ezeli ve Ebedi dostu olan Allah Tealaya irtihal edişine kadar devam eden süreç içerisinde mümin olarak gören ve o hal üzere vefat eden kişidir.
Melekler Sahabe midir?
Allah Rasulünü (s.a.v.) mümin olarak gören ve o hal üzere ölen herkes zarfında insandan başka kimler var? Hz. Cebrail bazen asli suretinde bazen de Dihyet-i Kelbi hüviyetinde Onunla (s.a.v.) görüşmüştür. Görüşme aşikar olduğuna göre melekler de sahabi midir?
Bütün zamanları ibadete ayarlı olan ve bu yüzden nafile ibadet yapmaya dahi zaman bulamayan meleklere peygamber gönderilip gönderilmediği, gönderildi ise Allah Rasulünün (s.a.v.) ashap kadrosuna dahil olup-olmadıkları ihtilaflıdır. Fahruddin Razi Esrarut-Tenzil adlı eserinde risaletin melekleri bağlamadığı noktasında icmanın olduğunu nakletmektedir. Fakat icma olduğuna itiraz edenler de vardır. Takiyyuddin Sübki Allah Rasulünün (s.a.v.) meleklere de gönderildiğini söylemektedir.[8] Fakat tercih edilen, risaletin meleklere şamil olmadığı görüşüdür.
Cinlerin Durumu
Peygamberlere vahyedilen hakikatler cinleri de bağlar. Çünkü insanlar gibi mükelleftirler. İrade ve ihtiyarları vardır. İbadet için yaratılmışlardır: Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.[9] Öldükten sonra diriltileceklerdir. İsyankar olanları cehennemde cezalandırılacaktır.[10]
Cinlerin varoluş gayeleri Allah Teâlaya ibadet etmektir: Neye ve nasıl iman ve ibadet edeceklerini ise peygamberlerden öğrenmişlerdir: Hani cinlerden bir grubu, Kuranı dinlemeleri için sana yöneltmiştik. Kuranı dinlemeye hazır olduklarında (birbirlerine) susun demişler, Kuran tamam olunca da uyarıcılar olarak kavimlerine dönmüşlerdi. Ey kavmimiz! dediler, doğrusu biz Musadan sonra indirilen, kendinden öncekini doğrulayan, Hakka ve doğru yola ileten bir kitap dinledik. Ey kavmimiz! Allahın davetçisine uyun.[11] Bu ayetler bir çok açıdan cinlerin mükellef olduklarına işaret etmektedir:
* Allah Teâla cinleri Kuranı dinleyip iman etmeleri, emirlerini uygulayıp yasaklarından sakınmaları için Allah Rasulünü (s.a.v.) dinlemeye yöneltmiştir.
* Cinler, Kuranı dinlediklerini, anladıklarını ve Onun doğruya ulaştıran kitap olduğunu kabul ettiklerini haber vermektedirler. Onların bu beyanı Musayı (a.s), Ona indirilen Kitabı, Kuranın Tevratı tasdik ettiğini ve dosdoğru yola ilettiğini bildiklerini göstermektedir.
* Allah Rasulünü (s.a.v.) görüp, Kuranı dinleyen cinlerin milletlerine; Ey kavmimiz! Allahın davetçisine uyun. diye çağrıda bulunmaları, mükellef olduklarına, haber verdiklerini doğrulamak, emrettiklerine de itaat etmek suretiyle Allah Rasulünün (s.a.v.) davetine müsbet karşılık vermekle emrolunduklarına delalet etmektedir.[12]
Cinlerin tamamının mükellef olduğu, bir kısmının Allah Rasulünü (s.a.v.) dinleyip iman ettiği[13] dikkate alındığında içlerinde sahabi vardır. Çünkü Hz Rasulullah (s.a.v.) insanlara olduğu gibi cinlere de gönderilmiştir: Alemlere uyarıcı olsun diye kulu Muhammede Furkanı indiren Allah, yüceler yücesidir.[14] Bütün müfessirler cinlerin de ayette geçen âlem kapsamına girdiği noktasında icma etmişlerdir.[15]
Kalk uyar.[16] ayeti mutlak olduğundan akıl sahibi bütün canlıları kapsar. Cinler de bu bağlamda değerlendirilir. Çünkü onlar içerisinde de sefihler, cehenneme girecekler vardır.
İbn Hazm bu noktada şunları söylemektedir: Allah Teala cinlerden bir grubun iman ettiğini, Hz. Rasulullahtan (s.a.v.) Kuran dinlediğini ve içlerinde faziletli sahabilerin yer aldığını bizlere bildirmektedir.[17]
Ne var ki pozitivizmin gücüyle sarsılan bazı modernistler cin bahsinde bir takım garip tevillere giderek cin gerçeğini çarpıtmışlardır. Kainatta olan her şeyde sebep-sonuç prensibinin hakim olduğunu iddia eden Ahmed Han bu noktada pozitivizme öylesine teslim olmuştur ki; beş duyunun algı sahasına girmeyen her şeyi reddetmiştir. Melekleri insandaki sezgisel bilişin, sudaki akışkanlık ve taştaki katılık gibi yaratılmış nesnelerin hususiyetleri olarak tevil eden Ahmed Han[18] Kuranı Kerimde geçen cin kelimesinin kapsamı hakkında da şunları söylemiştir: Cin kelimesi beş yerde canla aynı anlama gelmekte ve bunlar şer, hastalık ve diğer olumsuzlukların yansımaları olarak anlatılmaktadır. Diğer yerlerde geçen cin kelimesinden ise çöllerde, tepelerde ve ormanlarda yaşayan yabani insanlar kastedilmektedir.[19]
Modernizmin Mısır ayağında yer alan Muhammed Abduh da cinlerle alakalı Ahmed Hanınkine benzer mütalalar serdetmiştir. Mücize ve keramet gibi harikulade, melek ve cin gibi de gözlem alanına girmeyen varlıkları tevil ya da reddeden modernistlerin etkin ve de yeni olanlarından Muhammed el-Behiy Ahkaf ve Cin sürelerinde geçen cinlerle alakalı şunları söyler: Bunlardan, Medineden Mekkeye gelen ve kimse görmeden Allah Rasülüne (s.a.v.) iman eden insan topluluğu kastedilmektedir[20]
Allah Teâlanın tevile imkan vermeyecek bir dille yarattığını ifade ettiği, mükellef olduklarını belirttiği, Hz Rasulullahı (s.a.v.) görüp ondan Kuran dinlediklerini bildirdiği ve bu dinleme neticesinde içlerinde müminlerin olduğunu izhar ettiği cinlerin varlığı bedihi bir hakikattir. O halde insanlar arasında olduğu gibi cinler içerisinde de bir çok sahabi vardır.
Sahabinin Kim Olduğunu Tayin Etmede Ölçü
Sünnetin saf haliyle sonraki kuşaklara taşınması mühim meselelerin en üst sırasında yer almıştır. Hadislerin naklinde görev alan ravilerin kim olduğunu tesbitin ehemmiyeti konu ile alakalı hususi bir disiplinin doğmasına sebep olmuştur. Hadis rivayet eden kişinin adalet ve zapt yönü bütün yönleriyle incelemeye alınmıştır. Raviler zincirinin ilk halkasında yer alan sahabenin kim olduğu ve nasıl tesbit edileceği hadisle alakalı diğer meselelerden daha fazla önemsenmiştir. Bu noktada farklı mülahazalar öne çıkmıştır. Neticede bir kişinin sahabe olduğu şu esaslardan biriyle tesbit edilmiştir:
* Tevatür Yolu: Yalan üzerine birleşmeleri adeten mümkün olmayan bir cemaatin kendilerinden önceki bir başka cemaatten yaptığı nakille kişinin sahabi olduğunu rivayet etmesidir. Bu, usuller içerisinde en kamil olanıdır. Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali başta olmak üzere cennetle müjdelenen on kişinin (Sad b. Ebî Vakkas, Said b. Zeyd, Talha b. Ubeydillah, Zübeyr b. el-Avvâm, Abdurrahman b. Avf ve Ebu Ubeyde b. Cerrah -radıyallahu anhum-) sahabi olduğu tevatür yoluyla sabittir.
* İstifâza Yolu: Kişinin sahabi olduğu tevatür derecesine ulaşmayan bir şöhretle bilinebilir. Dımam b. Salebe ile Ukâşe b. Mıhsanın radiyallahu anhuma- sahabi olduklarının tesbiti gibi.
* Şahadet Yolu: Şahs-ı vahidin tezkiyesi makbuldür. Kaidesinden hareketle herhangi bir sahabi veya tabiinin falancanın Rasulullah (s.a.v.) ile musahabesi vardır demesi ile de kişinin sahabi olduğu tesbit edilebilir. Mesela Hz Ömerin devri hilafetinde Ebu Musa el-Eşari komutasındaki askerler içerisinde yer alan Hümeme b. Ebi Hümeme ed-Devsi Isfehanda ishal hastalığından vefat etmişti. Ebu Musa el-Eşari Hümeme hakkında; Vallahi Efendimizden (s.a.v.) Humemenin şehit olacağını işitmiştim. dedi. Bu ifadeden Hümemenin radiyallahu anhın- sahabi olduğu anlaşılmıştır.
* İkrar Yolu: Kişinin adaletinin sübutu ve Allah Rasulü (s.a.v.) ile aynı zamanda yaşama imkanının mevcudiyeti aşikar olur, sonrada sahabi olduğu tarafından itiraf edilirse ikrarı kabul edilir. Yani bu durumdaki bir kişinin sahabi olduğuna hükmedilir. İkrarın kabül edilebilmesi için kişinin en geç hicri 110 tarihinde vefat etmesi gerekir. Çünkü sahabe asrı hicri 110da son bulmaktadır. Bu tarihin tesbiti, vefatından bir ay kadar önce Allah Rasulünün (s.a.v.); İşte bu geceyi görüyorsunuz ya, bundan sonra geçecek yüz senenin başında bugün yeryüzünde olanlardan hiç kimse kalmayacaktır.[21] hadisinden hareketle belirlenmiştir.[22]
Kimlerin sahabi olduklarının tesbiti noktasında kudretli allameler tarafından bir çok çalışma yapılmıştır. Bunlar içerisinde en mühim olanı, ashabın isimlerini, terceme-i hallerini ve rivayette tek kaldıkları hadisleri gösterebilmek için müstakil olarak telif edilen Tabakat literatürüdür. Bu sahada ilk defa müstakil eser veren kişi ise Muhammed b. İsmail Buhari (ö. 256) dir. Zamanla bu alanda geniş hacimli eserler vucüt bulmuştur. Halef selefin eserlerini ikmal etmiştir. Muahhar muhaddislerden İbn Abdil-Berrin (ö. 463) el-İstiabında 3500, İbn Esirin (ö. 630) Üsdül-Ğabesinde 7554, İbn Hacer Askalaninin (ö. 852) el-İsabesinde ise 12279 sahabi mevcuttur. Ne ki bu rakamlar ashabın yekünuna nisbetle oldukça azdır. Çünkü ashabın yekünü ile alakalı 40 ila 120 bin arasında farklı rakamlar rivayet edilmektedir. Fakat Tabakat müelliflerinin gayretli çalışmalarıyla Allah Rasulünden (s.a.v.) tek bir tane de olsa hadis rivayet eden hiçbir sahabinin terceme-i hali ihmal edilmemiştir.
Hadis allameleri bin bir meşakkate göğüs gerip kimin sahabi olduğunu tesbit ettiler ve eserlerinde gösterdiler. Öncelikli gayeleri ise, Retene-i Hindi (ö. 632) gibi yalanda şöhret bulanların hezeyanlarını, sahabi kisvesi altında Allah Rasulüne (s.a.v.) isnat etmelerine mani olmaktı.
ASHABIN ÂDALETİ
Hz Osmanın şehadetiyle başlayıp Cemel, Sıffın muharebeleriyle devam eden olaylar ashabın üç farklı duruş almasına neden oldu: Hz Aliyle birlikte olanlar, Hz Osmanın yanında yer alanlar ve uzlete çekilip hadiselere karışmayan büyük çoğunluk. Bir tarafta yer alsın ya da almasın ashabın tamamı Ehl-i Sünnet alimlerinin icmaı ile âdil kabul edilmiştir. Hz Osman ya da Hz. Ali safında olan sahabenin tarafgirliğin verdiği hamasi duygularla birbirlerini cerh edici ifadeler kullanmaları ise, muharebe sürecinde sarf edilen fuzuli sözler bağlamında değerlendirilmelidir.
Taraf Olan Sahabilerin Âdaleti
Sıffında yer alan her iki tarafta bir gayeye mebni olarak saf tutmuştu. Hz Ali hadisenin çözümlenmesinin zaman alacağını biraz beklenilmesi gerektiğini söylerken, Hz. Muaviye cenahı suçluların hemen cezalandırılmasını talep ediyordu. Her iki tarafta zahirde birtakım delillere dayanmaktaydı. Farklı mülahazalar hadisenin çözümünde iki müçtehidin birbirine zıt hükümlere ulaşmalarına neden oldu. Fakat, her ikisi de içtihat etmişti. İçtihadında isabet edemeyene de bir sevap verildiğine göre Hz Muaviye ya da onun tarafında yer alan ashabı tenkit etmek, onların rivayet ettiği hadislere itibar etmemek, daha da ileri giderek Bu hadiseler taraf olan ashabın adalet sıfatını ortadan kaldırmıştır. demek, insaftan yoksun bir yaklaşım olur.
İctihadı gereği karşısında yer alanları baği olarak gören ve bu yüzden onlara karşı güç kullanmak zorunda kalan sahabi ile ictihad zarfı içerisinde Kuran ve Sünneti hevasına göre tevil eden anlayışı bir görmek ve netice itibariyle her ikisine de aynı hükmü vermek uçmadaki müşterekliğinden dolayı kartalla sineği aynileştirmek gibi olur.
Hz. Muaviye ya da Hz. Aliden hangisinin tarafında yer alırsa alsın Ehl-i Sünnet alimlerinin Kuran ve Sünnetin tevsiki ile adil kabul ettikleri ashabı Efendimizden (s.a.v.) rivayet ettikleri hadisler üzerinde tahrif, tağyir veya benzeri bir tasarrufta bulunmakla itham etmek en basitinden Kuranı anlamamaktır. Ayrıca Allah ve Rasulünün (s.a.v.) kesin bir dille adil olduklarına işaret ettiği ashabın adaletini sorgulamak ne kadar yanlışsa onların bu nevi makalelerle adalet vasfını kazanacaklarını düşünmek de o kadar hata olur. Bu babtaki bütün çalışmalar mevcut doğruyu daha yüksek bir tizden duyurmaktan ibarettir. Bir anlamda büyük bir şöhret içerisinde meçhulu yaşayan hakikatin perdesini kaldırmaktır.
Kuran Sahabe Adildir Diyor
Sahabe kadrosuna dahil herkes mutlak manada adildir. Yalan ya da yanlış onların hayatında ne bin ne de bir şubesiyle vardır. Hayatları Allah Tealanın rızasına ayarlı ve de o rıza ile çepeçevre kuşatılmıştır. Böyle bir bünyeye harici unsurların girmesi ne mümkün. Hudeybiyede Semre ağacının altında akdedilen Rıdvan Biatı Rıza-i İlahinin tahakkuk ettiğini bizzat bildirmektedir: Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederlerken Allah, müminlerden razı olmuştur.[23] Onun razı olduklarına yalan isnat edilir mi ya da yalanla hemhal olan birisinden Cenab-ı Hakkın razı olması düşünülebilir mi? Kureyşe karşı ölünceye kadar savaşacaklarına yemin eden nurdan kadronun ilahi beraatıdır bu ayet.
Allah Rasülu (s.a.v.) buyuruyor ki; Bedir ve Hudeybiyeye tanıklık edenlerden hiç birisi Cehenneme girmeyecektir.[24] Şianın tan ettiği Hz. Ebu Bekirden Hz. Ömere, Hz. Zübeyirden Hz. Talhaya tam bin dört yüz sahabi var Hudeybiyede
İşte böylece sizin insanlar üzerinde şahitler olmanız, Rasülün (s.a.v.) de sizin üzerinizde bir şahit olması için sizi orta (dengeli) bir ümmet kıldı.[25] Allah Rasülünün (s.a.v.) ashabı söz, amel ve iradede milletlerin en hayırlısı ve adilidir. Bu yüzden kıyamet günü peygamberler lehine onların ümmetlerine karşı şahit olmayı hak etmişlerdir.[26] Eğer adil olmasalar, adaleti kuşanmasalardı Cenab-ı Hakk onları diğer ümmetlere karşı şahitler yapmazdı.
Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allaha inanırsınız.[27] Müminlere ait bu hitaba sahabe herkesten daha çok layıktır. Çünkü iyilikleri emredip kötülüklerden menettikleri bedihi bir hakikattir.
(İslama girme hususunda) öne geçen ilk Muhacirler ve Ensar ile onlara güzellikte tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allahtan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedi kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.[28] Cenab-ı Hakkın razı olduğu ve bu rızanın gereği olarak cenneti hazırladığı Ashab-ı Kiramın adaletini sorgulamak, Kuranın beyanına itibar etmemek anlamına gelir. Hangi mümin böyle bir ameliyeye cüret edebilir?! Ya da İslami hassasiyet böyle bir ameliyenin neresinde duracaktır.
İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler; (muhacirleri) barındıran ve yardım edenler var ya, işte gerçek müminler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır.[29] Cenab-ı Hakk hicret ve dinine yardım ederek imanlarını ispat eden ashabı cennetle müjdeleyerek imanlarını onayladığını belirtmiştir.[30]
Allah uğrunda Ona yaraşacak şekilde cihad edin. Sizi O seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi; babanız İbrahimin dininde (olduğu gibi). Peygamberin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için, O, gerek bundan önceki kitaplarda gerekse bu (Kuranda) size müslümanlar adını verdi.[31]? Allah Teâla ashabı, uğrunda cihad etmek için seçti. Rasullerden sonra insanlık tarihinin en faziletlileri oldular. Allahı tek mabud olarak tanıdılar. Dilleri, kalpleri, aşkları, iradeleri hasılı topyekün mevcudiyetleriyle Ona yaklaştılar. Allah Onları kul, dost ve sevgili edindiği gibi onlar da Allahı bütün mevcudata tercih ettiler. Aşırı sevgi ve merhametinden dolayı Allah onlara dinde hiçbir zorluk çıkarmadı.[32]
Hakkı yüceltmeleri için seçilen ashabın adaletini tartışmaya açmak -haşa- Cenab-ı Hakkın seçimde isabet edemediğini gösterir ki, böyle bir yaklaşımın temelinde Kurani bakışa itiraz vardır.
(Rasülüm!) De ki: Eğer Allahı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.[33] Onlar bütün mevcudiyetleriyle Allah Rasülüne (s.a.v.) uydular, Onunla hicret ettiler, yan yana durup düşmana karşı savaştılar, Semre ağacının altında Ona (s.a.v.) biat ettiler. Ne, nasıl yapılması gerekiyorsa öyle yaptılar. Hz Rasulullaha ittiba etmelerinin karşılığında Allah Teâlanın sevgisiyle mükafatlandırıldılar. Madem mümin Allahın sevdiğini sevmek, buğzettiğine de nefret etmekle memurdur peki niçin ashaba tan edilir. Allah Rasulü (s.a.v.) buyuruyor ki; İmanın alemeti Ensarı sevmek; nifakın ki ise Ona buğz etmektir.[34] Bu hadis ashabın ileri gelenleri dahil tamamı hakkında geçerlidir.[35] Buna göre ashabı istisnasız sevmek mahza imandan, buğzetmek ise mahza nifaktan kaynaklanmaktadır.
Ez cümle Kuran diyor ki ashab adildir. Sonraki kuşakların onları tadil etme ameliyelerine muhtaç değillerdir. Bu noktada yapılan bütün çalışmalar bir manada sahih mirasın tekrarından ibarettir. Bununla birlikte söz konusu ayetler nazil olmamış olsaydı yine de onların Allah yolunda yaptıkları cihat, İslamın değerlerini yüceltebilmek için can ve mallarını seferber etme hasletleri, anadan yardan geçecek derecede teslimiyetleri, adaletlerine delalet etmeye yeterdi.
>>>
Sahabi olmanın ve de o duruş üzere kalmanın nasıllığı ulema indinde farklı mütalalara neden olmuştur. Muhaddislere göre; Allah Rasülünü (s.a.v.) müslüman olarak bir defa gören kişi sahabidir. Fakat Onu (s.a.v.) mümin olarak görenin iman üzere ölmesi şarttır.[1] Sahabi olma şerefine nail olan, ardından irtidat eden sonra tekrar müslüman olan fakat yeni halinde Allah Rasülünü (s.a.v.) göremeden ölenler tarifin dışında kalırlar. Bu yüzden Kurre b. Meysere, Eşas b. Kays gibi bir ara irtidata irtikap edenler Ebu Hanife ve Şafiye göre sahabi kabul edilmezler.[2] İrtidat ameliyesi kişinin bütün amellerini iptal ettiği gibi sahabi olma payesini de alır-götürür.[3]
Allah Rasülünü (s.a.v.) görmenin nasıllığı ile ilgili mülahazalar şu çerçevededir: Kişi bizatihi Onu (s.a.v.) görmeyi kast ediyor, ya da başkası vesile oluyor, bizzat Ona (s.a.v.) bakıyor, ya da hedefinde başkasını görmek varken gayri ihtiyari olarak bakışları Ona (s.a.v.) alıyor.[4] Eğer bütün bu bakışların öncesinde iman varsa gören kişi sahabi kabul edilir.
Allah Rasulünü (s.a.v.) görmek, Ona (s.a.v.) mülaki olmak anlamında değerlendirilmelidir. Zira İbn Ümmi Mektum gibi Efendimizi (s.a.v.) dünya gözü ile göremeyenler de tereddütsüz sahabidir.[5] Sağını solunu birbirinden ayırabilen veya sözü anlayıp karşılık verebilecek derecede bir dirayete malik olan çocuklar da sahabidir.[6]
Ebu Zueyb El-Hüzeli gibi Onu (s.a.v.) ölümle defn arasında görenler yaşarken görme bahtiyarlığına eremediklerinden sahabi kabul edilmezler.[7]
Ez cümle sahabi; Allah Rasulünü (s.a.v.) , risalet vazifesinin başlangıcından Ezeli ve Ebedi dostu olan Allah Tealaya irtihal edişine kadar devam eden süreç içerisinde mümin olarak gören ve o hal üzere vefat eden kişidir.
Melekler Sahabe midir?
Allah Rasulünü (s.a.v.) mümin olarak gören ve o hal üzere ölen herkes zarfında insandan başka kimler var? Hz. Cebrail bazen asli suretinde bazen de Dihyet-i Kelbi hüviyetinde Onunla (s.a.v.) görüşmüştür. Görüşme aşikar olduğuna göre melekler de sahabi midir?
Bütün zamanları ibadete ayarlı olan ve bu yüzden nafile ibadet yapmaya dahi zaman bulamayan meleklere peygamber gönderilip gönderilmediği, gönderildi ise Allah Rasulünün (s.a.v.) ashap kadrosuna dahil olup-olmadıkları ihtilaflıdır. Fahruddin Razi Esrarut-Tenzil adlı eserinde risaletin melekleri bağlamadığı noktasında icmanın olduğunu nakletmektedir. Fakat icma olduğuna itiraz edenler de vardır. Takiyyuddin Sübki Allah Rasulünün (s.a.v.) meleklere de gönderildiğini söylemektedir.[8] Fakat tercih edilen, risaletin meleklere şamil olmadığı görüşüdür.
Cinlerin Durumu
Peygamberlere vahyedilen hakikatler cinleri de bağlar. Çünkü insanlar gibi mükelleftirler. İrade ve ihtiyarları vardır. İbadet için yaratılmışlardır: Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.[9] Öldükten sonra diriltileceklerdir. İsyankar olanları cehennemde cezalandırılacaktır.[10]
Cinlerin varoluş gayeleri Allah Teâlaya ibadet etmektir: Neye ve nasıl iman ve ibadet edeceklerini ise peygamberlerden öğrenmişlerdir: Hani cinlerden bir grubu, Kuranı dinlemeleri için sana yöneltmiştik. Kuranı dinlemeye hazır olduklarında (birbirlerine) susun demişler, Kuran tamam olunca da uyarıcılar olarak kavimlerine dönmüşlerdi. Ey kavmimiz! dediler, doğrusu biz Musadan sonra indirilen, kendinden öncekini doğrulayan, Hakka ve doğru yola ileten bir kitap dinledik. Ey kavmimiz! Allahın davetçisine uyun.[11] Bu ayetler bir çok açıdan cinlerin mükellef olduklarına işaret etmektedir:
* Allah Teâla cinleri Kuranı dinleyip iman etmeleri, emirlerini uygulayıp yasaklarından sakınmaları için Allah Rasulünü (s.a.v.) dinlemeye yöneltmiştir.
* Cinler, Kuranı dinlediklerini, anladıklarını ve Onun doğruya ulaştıran kitap olduğunu kabul ettiklerini haber vermektedirler. Onların bu beyanı Musayı (a.s), Ona indirilen Kitabı, Kuranın Tevratı tasdik ettiğini ve dosdoğru yola ilettiğini bildiklerini göstermektedir.
* Allah Rasulünü (s.a.v.) görüp, Kuranı dinleyen cinlerin milletlerine; Ey kavmimiz! Allahın davetçisine uyun. diye çağrıda bulunmaları, mükellef olduklarına, haber verdiklerini doğrulamak, emrettiklerine de itaat etmek suretiyle Allah Rasulünün (s.a.v.) davetine müsbet karşılık vermekle emrolunduklarına delalet etmektedir.[12]
Cinlerin tamamının mükellef olduğu, bir kısmının Allah Rasulünü (s.a.v.) dinleyip iman ettiği[13] dikkate alındığında içlerinde sahabi vardır. Çünkü Hz Rasulullah (s.a.v.) insanlara olduğu gibi cinlere de gönderilmiştir: Alemlere uyarıcı olsun diye kulu Muhammede Furkanı indiren Allah, yüceler yücesidir.[14] Bütün müfessirler cinlerin de ayette geçen âlem kapsamına girdiği noktasında icma etmişlerdir.[15]
Kalk uyar.[16] ayeti mutlak olduğundan akıl sahibi bütün canlıları kapsar. Cinler de bu bağlamda değerlendirilir. Çünkü onlar içerisinde de sefihler, cehenneme girecekler vardır.
İbn Hazm bu noktada şunları söylemektedir: Allah Teala cinlerden bir grubun iman ettiğini, Hz. Rasulullahtan (s.a.v.) Kuran dinlediğini ve içlerinde faziletli sahabilerin yer aldığını bizlere bildirmektedir.[17]
Ne var ki pozitivizmin gücüyle sarsılan bazı modernistler cin bahsinde bir takım garip tevillere giderek cin gerçeğini çarpıtmışlardır. Kainatta olan her şeyde sebep-sonuç prensibinin hakim olduğunu iddia eden Ahmed Han bu noktada pozitivizme öylesine teslim olmuştur ki; beş duyunun algı sahasına girmeyen her şeyi reddetmiştir. Melekleri insandaki sezgisel bilişin, sudaki akışkanlık ve taştaki katılık gibi yaratılmış nesnelerin hususiyetleri olarak tevil eden Ahmed Han[18] Kuranı Kerimde geçen cin kelimesinin kapsamı hakkında da şunları söylemiştir: Cin kelimesi beş yerde canla aynı anlama gelmekte ve bunlar şer, hastalık ve diğer olumsuzlukların yansımaları olarak anlatılmaktadır. Diğer yerlerde geçen cin kelimesinden ise çöllerde, tepelerde ve ormanlarda yaşayan yabani insanlar kastedilmektedir.[19]
Modernizmin Mısır ayağında yer alan Muhammed Abduh da cinlerle alakalı Ahmed Hanınkine benzer mütalalar serdetmiştir. Mücize ve keramet gibi harikulade, melek ve cin gibi de gözlem alanına girmeyen varlıkları tevil ya da reddeden modernistlerin etkin ve de yeni olanlarından Muhammed el-Behiy Ahkaf ve Cin sürelerinde geçen cinlerle alakalı şunları söyler: Bunlardan, Medineden Mekkeye gelen ve kimse görmeden Allah Rasülüne (s.a.v.) iman eden insan topluluğu kastedilmektedir[20]
Allah Teâlanın tevile imkan vermeyecek bir dille yarattığını ifade ettiği, mükellef olduklarını belirttiği, Hz Rasulullahı (s.a.v.) görüp ondan Kuran dinlediklerini bildirdiği ve bu dinleme neticesinde içlerinde müminlerin olduğunu izhar ettiği cinlerin varlığı bedihi bir hakikattir. O halde insanlar arasında olduğu gibi cinler içerisinde de bir çok sahabi vardır.
Sahabinin Kim Olduğunu Tayin Etmede Ölçü
Sünnetin saf haliyle sonraki kuşaklara taşınması mühim meselelerin en üst sırasında yer almıştır. Hadislerin naklinde görev alan ravilerin kim olduğunu tesbitin ehemmiyeti konu ile alakalı hususi bir disiplinin doğmasına sebep olmuştur. Hadis rivayet eden kişinin adalet ve zapt yönü bütün yönleriyle incelemeye alınmıştır. Raviler zincirinin ilk halkasında yer alan sahabenin kim olduğu ve nasıl tesbit edileceği hadisle alakalı diğer meselelerden daha fazla önemsenmiştir. Bu noktada farklı mülahazalar öne çıkmıştır. Neticede bir kişinin sahabe olduğu şu esaslardan biriyle tesbit edilmiştir:
* Tevatür Yolu: Yalan üzerine birleşmeleri adeten mümkün olmayan bir cemaatin kendilerinden önceki bir başka cemaatten yaptığı nakille kişinin sahabi olduğunu rivayet etmesidir. Bu, usuller içerisinde en kamil olanıdır. Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali başta olmak üzere cennetle müjdelenen on kişinin (Sad b. Ebî Vakkas, Said b. Zeyd, Talha b. Ubeydillah, Zübeyr b. el-Avvâm, Abdurrahman b. Avf ve Ebu Ubeyde b. Cerrah -radıyallahu anhum-) sahabi olduğu tevatür yoluyla sabittir.
* İstifâza Yolu: Kişinin sahabi olduğu tevatür derecesine ulaşmayan bir şöhretle bilinebilir. Dımam b. Salebe ile Ukâşe b. Mıhsanın radiyallahu anhuma- sahabi olduklarının tesbiti gibi.
* Şahadet Yolu: Şahs-ı vahidin tezkiyesi makbuldür. Kaidesinden hareketle herhangi bir sahabi veya tabiinin falancanın Rasulullah (s.a.v.) ile musahabesi vardır demesi ile de kişinin sahabi olduğu tesbit edilebilir. Mesela Hz Ömerin devri hilafetinde Ebu Musa el-Eşari komutasındaki askerler içerisinde yer alan Hümeme b. Ebi Hümeme ed-Devsi Isfehanda ishal hastalığından vefat etmişti. Ebu Musa el-Eşari Hümeme hakkında; Vallahi Efendimizden (s.a.v.) Humemenin şehit olacağını işitmiştim. dedi. Bu ifadeden Hümemenin radiyallahu anhın- sahabi olduğu anlaşılmıştır.
* İkrar Yolu: Kişinin adaletinin sübutu ve Allah Rasulü (s.a.v.) ile aynı zamanda yaşama imkanının mevcudiyeti aşikar olur, sonrada sahabi olduğu tarafından itiraf edilirse ikrarı kabul edilir. Yani bu durumdaki bir kişinin sahabi olduğuna hükmedilir. İkrarın kabül edilebilmesi için kişinin en geç hicri 110 tarihinde vefat etmesi gerekir. Çünkü sahabe asrı hicri 110da son bulmaktadır. Bu tarihin tesbiti, vefatından bir ay kadar önce Allah Rasulünün (s.a.v.); İşte bu geceyi görüyorsunuz ya, bundan sonra geçecek yüz senenin başında bugün yeryüzünde olanlardan hiç kimse kalmayacaktır.[21] hadisinden hareketle belirlenmiştir.[22]
Kimlerin sahabi olduklarının tesbiti noktasında kudretli allameler tarafından bir çok çalışma yapılmıştır. Bunlar içerisinde en mühim olanı, ashabın isimlerini, terceme-i hallerini ve rivayette tek kaldıkları hadisleri gösterebilmek için müstakil olarak telif edilen Tabakat literatürüdür. Bu sahada ilk defa müstakil eser veren kişi ise Muhammed b. İsmail Buhari (ö. 256) dir. Zamanla bu alanda geniş hacimli eserler vucüt bulmuştur. Halef selefin eserlerini ikmal etmiştir. Muahhar muhaddislerden İbn Abdil-Berrin (ö. 463) el-İstiabında 3500, İbn Esirin (ö. 630) Üsdül-Ğabesinde 7554, İbn Hacer Askalaninin (ö. 852) el-İsabesinde ise 12279 sahabi mevcuttur. Ne ki bu rakamlar ashabın yekünuna nisbetle oldukça azdır. Çünkü ashabın yekünü ile alakalı 40 ila 120 bin arasında farklı rakamlar rivayet edilmektedir. Fakat Tabakat müelliflerinin gayretli çalışmalarıyla Allah Rasulünden (s.a.v.) tek bir tane de olsa hadis rivayet eden hiçbir sahabinin terceme-i hali ihmal edilmemiştir.
Hadis allameleri bin bir meşakkate göğüs gerip kimin sahabi olduğunu tesbit ettiler ve eserlerinde gösterdiler. Öncelikli gayeleri ise, Retene-i Hindi (ö. 632) gibi yalanda şöhret bulanların hezeyanlarını, sahabi kisvesi altında Allah Rasulüne (s.a.v.) isnat etmelerine mani olmaktı.
ASHABIN ÂDALETİ
Hz Osmanın şehadetiyle başlayıp Cemel, Sıffın muharebeleriyle devam eden olaylar ashabın üç farklı duruş almasına neden oldu: Hz Aliyle birlikte olanlar, Hz Osmanın yanında yer alanlar ve uzlete çekilip hadiselere karışmayan büyük çoğunluk. Bir tarafta yer alsın ya da almasın ashabın tamamı Ehl-i Sünnet alimlerinin icmaı ile âdil kabul edilmiştir. Hz Osman ya da Hz. Ali safında olan sahabenin tarafgirliğin verdiği hamasi duygularla birbirlerini cerh edici ifadeler kullanmaları ise, muharebe sürecinde sarf edilen fuzuli sözler bağlamında değerlendirilmelidir.
Taraf Olan Sahabilerin Âdaleti
Sıffında yer alan her iki tarafta bir gayeye mebni olarak saf tutmuştu. Hz Ali hadisenin çözümlenmesinin zaman alacağını biraz beklenilmesi gerektiğini söylerken, Hz. Muaviye cenahı suçluların hemen cezalandırılmasını talep ediyordu. Her iki tarafta zahirde birtakım delillere dayanmaktaydı. Farklı mülahazalar hadisenin çözümünde iki müçtehidin birbirine zıt hükümlere ulaşmalarına neden oldu. Fakat, her ikisi de içtihat etmişti. İçtihadında isabet edemeyene de bir sevap verildiğine göre Hz Muaviye ya da onun tarafında yer alan ashabı tenkit etmek, onların rivayet ettiği hadislere itibar etmemek, daha da ileri giderek Bu hadiseler taraf olan ashabın adalet sıfatını ortadan kaldırmıştır. demek, insaftan yoksun bir yaklaşım olur.
İctihadı gereği karşısında yer alanları baği olarak gören ve bu yüzden onlara karşı güç kullanmak zorunda kalan sahabi ile ictihad zarfı içerisinde Kuran ve Sünneti hevasına göre tevil eden anlayışı bir görmek ve netice itibariyle her ikisine de aynı hükmü vermek uçmadaki müşterekliğinden dolayı kartalla sineği aynileştirmek gibi olur.
Hz. Muaviye ya da Hz. Aliden hangisinin tarafında yer alırsa alsın Ehl-i Sünnet alimlerinin Kuran ve Sünnetin tevsiki ile adil kabul ettikleri ashabı Efendimizden (s.a.v.) rivayet ettikleri hadisler üzerinde tahrif, tağyir veya benzeri bir tasarrufta bulunmakla itham etmek en basitinden Kuranı anlamamaktır. Ayrıca Allah ve Rasulünün (s.a.v.) kesin bir dille adil olduklarına işaret ettiği ashabın adaletini sorgulamak ne kadar yanlışsa onların bu nevi makalelerle adalet vasfını kazanacaklarını düşünmek de o kadar hata olur. Bu babtaki bütün çalışmalar mevcut doğruyu daha yüksek bir tizden duyurmaktan ibarettir. Bir anlamda büyük bir şöhret içerisinde meçhulu yaşayan hakikatin perdesini kaldırmaktır.
Kuran Sahabe Adildir Diyor
Sahabe kadrosuna dahil herkes mutlak manada adildir. Yalan ya da yanlış onların hayatında ne bin ne de bir şubesiyle vardır. Hayatları Allah Tealanın rızasına ayarlı ve de o rıza ile çepeçevre kuşatılmıştır. Böyle bir bünyeye harici unsurların girmesi ne mümkün. Hudeybiyede Semre ağacının altında akdedilen Rıdvan Biatı Rıza-i İlahinin tahakkuk ettiğini bizzat bildirmektedir: Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederlerken Allah, müminlerden razı olmuştur.[23] Onun razı olduklarına yalan isnat edilir mi ya da yalanla hemhal olan birisinden Cenab-ı Hakkın razı olması düşünülebilir mi? Kureyşe karşı ölünceye kadar savaşacaklarına yemin eden nurdan kadronun ilahi beraatıdır bu ayet.
Allah Rasülu (s.a.v.) buyuruyor ki; Bedir ve Hudeybiyeye tanıklık edenlerden hiç birisi Cehenneme girmeyecektir.[24] Şianın tan ettiği Hz. Ebu Bekirden Hz. Ömere, Hz. Zübeyirden Hz. Talhaya tam bin dört yüz sahabi var Hudeybiyede
İşte böylece sizin insanlar üzerinde şahitler olmanız, Rasülün (s.a.v.) de sizin üzerinizde bir şahit olması için sizi orta (dengeli) bir ümmet kıldı.[25] Allah Rasülünün (s.a.v.) ashabı söz, amel ve iradede milletlerin en hayırlısı ve adilidir. Bu yüzden kıyamet günü peygamberler lehine onların ümmetlerine karşı şahit olmayı hak etmişlerdir.[26] Eğer adil olmasalar, adaleti kuşanmasalardı Cenab-ı Hakk onları diğer ümmetlere karşı şahitler yapmazdı.
Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allaha inanırsınız.[27] Müminlere ait bu hitaba sahabe herkesten daha çok layıktır. Çünkü iyilikleri emredip kötülüklerden menettikleri bedihi bir hakikattir.
(İslama girme hususunda) öne geçen ilk Muhacirler ve Ensar ile onlara güzellikte tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allahtan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedi kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.[28] Cenab-ı Hakkın razı olduğu ve bu rızanın gereği olarak cenneti hazırladığı Ashab-ı Kiramın adaletini sorgulamak, Kuranın beyanına itibar etmemek anlamına gelir. Hangi mümin böyle bir ameliyeye cüret edebilir?! Ya da İslami hassasiyet böyle bir ameliyenin neresinde duracaktır.
İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler; (muhacirleri) barındıran ve yardım edenler var ya, işte gerçek müminler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır.[29] Cenab-ı Hakk hicret ve dinine yardım ederek imanlarını ispat eden ashabı cennetle müjdeleyerek imanlarını onayladığını belirtmiştir.[30]
Allah uğrunda Ona yaraşacak şekilde cihad edin. Sizi O seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi; babanız İbrahimin dininde (olduğu gibi). Peygamberin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için, O, gerek bundan önceki kitaplarda gerekse bu (Kuranda) size müslümanlar adını verdi.[31]? Allah Teâla ashabı, uğrunda cihad etmek için seçti. Rasullerden sonra insanlık tarihinin en faziletlileri oldular. Allahı tek mabud olarak tanıdılar. Dilleri, kalpleri, aşkları, iradeleri hasılı topyekün mevcudiyetleriyle Ona yaklaştılar. Allah Onları kul, dost ve sevgili edindiği gibi onlar da Allahı bütün mevcudata tercih ettiler. Aşırı sevgi ve merhametinden dolayı Allah onlara dinde hiçbir zorluk çıkarmadı.[32]
Hakkı yüceltmeleri için seçilen ashabın adaletini tartışmaya açmak -haşa- Cenab-ı Hakkın seçimde isabet edemediğini gösterir ki, böyle bir yaklaşımın temelinde Kurani bakışa itiraz vardır.
(Rasülüm!) De ki: Eğer Allahı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.[33] Onlar bütün mevcudiyetleriyle Allah Rasülüne (s.a.v.) uydular, Onunla hicret ettiler, yan yana durup düşmana karşı savaştılar, Semre ağacının altında Ona (s.a.v.) biat ettiler. Ne, nasıl yapılması gerekiyorsa öyle yaptılar. Hz Rasulullaha ittiba etmelerinin karşılığında Allah Teâlanın sevgisiyle mükafatlandırıldılar. Madem mümin Allahın sevdiğini sevmek, buğzettiğine de nefret etmekle memurdur peki niçin ashaba tan edilir. Allah Rasulü (s.a.v.) buyuruyor ki; İmanın alemeti Ensarı sevmek; nifakın ki ise Ona buğz etmektir.[34] Bu hadis ashabın ileri gelenleri dahil tamamı hakkında geçerlidir.[35] Buna göre ashabı istisnasız sevmek mahza imandan, buğzetmek ise mahza nifaktan kaynaklanmaktadır.
Ez cümle Kuran diyor ki ashab adildir. Sonraki kuşakların onları tadil etme ameliyelerine muhtaç değillerdir. Bu noktada yapılan bütün çalışmalar bir manada sahih mirasın tekrarından ibarettir. Bununla birlikte söz konusu ayetler nazil olmamış olsaydı yine de onların Allah yolunda yaptıkları cihat, İslamın değerlerini yüceltebilmek için can ve mallarını seferber etme hasletleri, anadan yardan geçecek derecede teslimiyetleri, adaletlerine delalet etmeye yeterdi.
>>>