Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Ezan ve tebliğ

sumisali

New member
Katılım
3 Nis 2009
Mesajlar
1,903
Tepkime puanı
2,112
Puanları
0
İmam Gazzalî der ki: "Ezan sesini işittiğin zaman, kıyamet günündeki davetin dehşetini düşün. Ezana süratle icabet için, bâtın ve zâhirin ile hazırlan. Çünkü ezana süratle icabet edenler, o büyük günde lûtuf ve mülayemetle davet edilirler. Kendi kendine düşün: Eğer ezan sesini rağbet ve sevinçle karşılıyorsan, o hüküm gününde, kulaklarına çınlayacak olan müjde ve kurtuluş nidasıdır. Bunun içindir ki Peygamber Efendimiz "Erihnâ yâ, Bilâl! (Ezan ve namaz ile bizi rahatlandır, yâ Bilâl)" buyurmuştur.
Kâinatın yaratılışının, biz insanların ve bütün mahlukatın var oluşumuzun gayesi, tevhidin ilanıdır. Yani Allah'ın Rububiyyetini göstermesine mukabil, ubudiyyetimizi izhar etmekle cevap vermektir. Ezan, işte bu izhardır, bu cevaptır ki, cevapların en güzeli olarak vahyin telkini ile bize hediye edilmiştir. Dilimiz çözülmüştür, bizi tam rahatlatacak bir ifadeye kavuşmuşuzdur.
Ezan bir sestir, bir ifadedir ki lâhuttan gelmiş, kulak boşluğumuzdan varlığımıza girmesini müteakip lisanımızda yankılanmış olarak yükselmiştir. "Müezzinin ezanını duyan cin, ins ve her şey kıyamet günü onun lehinde sehadet edecektir" (1) hadis-i şerifi bu sırra işaret eder. Demek ki ezan, boşlukta kaybolmuyor, yankılanıyor, tescil ediliyor, gerektiğinde tekrarlanıyor.
Ubudiyyetimiz ifadesini ezanda bulursa, ezanın da hülasasını "Allahu Ekber!" teşkil eder. Onun için, tekbirin manâsını anlamak, üzerinde fazlaca durmak gerekir. Kibriya. Allah'ın hakkı olduğu için وَلَهُ الْكِبْرِيَاءُ فِي السَّمَاوَاتِ وَاْلأَرْضِ (2), kullara da O'nu büyük tanımak ve ululamak emri verilmiştir: "Yalnız Rabbini büyük tanı!" وَرَبَّكَ فَكَبِّرْ (3) "Sizi doğru yola eriştirdiğinden ötürü Allah'ı ululamanız için" وَلِتُكَبِّرُوا اللهَ عَلَى مَا هَدَاكُمْ (4) gibi âyetler, tekbir vazifesini bildiren naslardan sadece birkaç tanesidir.
Allah, büyük olan mutlak ve tek varlıktır. Herkes, her şey, her kıymet, her mahiyyet küçüktür. Büyük olan, yalnız Allah’tır. Gök cisimleri, bütün hacimler, bütün kuvvetler ve kıymetler, bütün hadiseler ve durumlar, bütün manâlar, bütün müşkiller, Celâl-i İlâhînin önünde silinir, gizlenir, kemalin yalnız Kebîr-u Müteal olan Allah'a ait olduğu böylece bildirilir.
Büyük ehemmiyeti sebebiyle tekbir, İslâm ibadet hayatında çok önemli bir unsur olarak yer almıştır. Beş vakit ezanda, bütün namazlarda, beş vakit namazlardan sonraki zikir ve tesbihatta ve bayram namazlarında bu hakikat müşahede edilir. Hele hac mevsiminde, kurban bayramı günlerinde, dünyanın her tarafına yayılmış milyonlarca mü'mine "Allahu Ekber!" dedirtmek suretiyle, koca dünya, büyüklüğü nisbetinde o "Allahu Ekber!" kudsî kelimesini göklerdeki gezegen arkadaşlarına duyurması gibi yüzbinlerce hacının Arafat'ta ve bayramda birden: "Allahu Ekber!" demeleri ne muazzam bir manzaradır! Mevsim mevsim tazelenen bu tablo, Resul-i ekrem sallalahü aleyhi ve sellem'in bindört yüz küsür yıl önce âl ve ashabıyla söylediği ve mü'minlere söylemelerini emrettiği "Allahu Ekber!" nidasının yankılanması olarak Rububiyyetin "Habbu'l-arz" ve "Rabbu'l-âlemîn" gibi azametli sıfatlarıyla küllî tecellisine karşı, geniş ve küllî bir ubudiyetle mukabele etmektir (5).
Böylece yeryüzü lerzeye gelerek her köşesiyle ve bilhassa İslâm âlemi, kıblesi olan ve kalbi durumundaki Kâbesi ile, ağzı durumundaki Mekke ile ve dili durumundaki Arafat'la "Allahu Ekber!" der.
"Allahu Ekber!" Allah Teâla'ya ait olup da bizim ilimimizin erişemediği, ihatamızın haricinde kalan kibriyasındaki kemâlâtın mücmel bir ünvanıdır. "Sen öyle ve mükemmel sıfatlarla muttasıfsın ki bunları tafsilatıyla bilmemiz mümkün değildir; fakat hepsini toptan ifade edecek olan bu kudsî cümleyi söyleyerek bu gerçeği ilan ediyoruz" demektir. Rububiyyetin azametli tecellilerini tefekkür eden mü'min, düşündükçe genişleyen tecelli ufuklarını ve ululuk mertebelerini müşahede etmenin verdiği hararet, hayret ve mehabeti ancak "Allahu Ekber!" diyerek teskin edebilir. Bütün varlığına sahib olan bu hakikati ancak "Allahu Ekber!" diyerek ifade ve ilan edebilir. Hacdan sonra bu manâ, ulvî ve küllî muhtelif derecelerde olarak bayram ve istiska (yağmur duâsı) namazlarında, camilerde edâ edilen beş vakit namazda da bulunur. İşte velev sünnet kabilinden olsun, İslâm şeairinin ehemmiyeti bu sırdan ileri gelir.
"Allahu Ekber!" demenin bir manâsı da şudur: Cenâb-ı Hakk'ın kudreti, ilmi her şeyin üstündedir. O'nun ilminin ihatasından hiçbir şey çıkamaz. Hiçbir şey kudretinin tasarrufundan kurtulamaz. O, korktuğumuz en müthiş şeylerden daha büyüktür. Aklın alamayacağı her şeyden de daha büyüktür. Bizi yok olmaktan kurtarmak, öldükten sonra diriltmek, bize ebedî saadet vermek O'na pek kolaydır. İçinde bulunduğumuz zor durumlardan kurtarmak, dünya hayatında hükmedenlerin zulüm ve tahakkümlerine son vermek, dilediği anda, O'na hiç gelir. Bu itibarladır ki, gerek musibetlere karşı koymada, gerek yüce maksatlara ulaşmada insanlar "Allah büyüktür, Allah büyüktür!" demekte kuvvet ve teselli kaynağı bulmaktadırlar (6).
Allah'ın kudretinin ve ilminin başka her kudret ve ilimden üstün olduğuna inanan, elbette O'nun emrettiği hayat tarzını benimseyecektir. "Zamana uymuyor" deyimi ile ifade edilen mantıksız bir iddia ile O'nun hükümlerini değiştirmek, adeta insanların ilminin O'nunkinden daha ileri olduğunu kabul etmek, bu mü'minin fikrinden fersah fersah uzak olacaktır.
Aşılar, bedeni hastalıklara karşı koruduğu gibi tekbir de insan ruhunu putperestlikten kurtarır. Tekbir, hürriyetin hem kaynağı, hem de ifadesi olarak insanın her türlü kölelik ve esaretten kurtuluş beyannamesi olur. Diktatörlerin ve putların sonlarının geldiğini bildirir. Tekbir, yönetenle yönetilenin, Kur'ân ve Sünnette açıklanan ilahi buyruklara uyup eşit olarak yaşamalarını gerektirir. Biz Allah'ın büyüklüğünü kabul edersek, hem başka fanilerin, hem de kendi ihtiraslarımızın esiri olmaktan kurtuluruz. Bir başka ifade ile ancak her şeyin üstünde olan Allah'a inkiyadımızla daimi hürriyete kavuşabiliriz.
Ezan, ihtiyaçtan ötürü tekrarlanan bir derstir. Ezan, imanî bir tefekkür silsilesinin ifadesi olup insanı, basamak basamak, kâmil imana yükseltir. Bir hatırayı yad etmek kabilinden söylememe müsaade edilirse, bunu, ilkin fakülte öğrenimim sırasında otuz yıl kadar önce hissettiğimi söyleyebilirim. Şöyle ki:
Kainatı dolduran muntazam yaratıkları inceleyen her insan, bu eserlerin mutlaka bir Yaratıcısı'nın olduğunu anlar. Zira en basit eşyalar bile ustasız olmaz. Böylece "Allah vardır" diye hükmeder. Derken, O'nun kemalini daha çok anlayıp "O, her şeyden daha büyüktür!" "Allahu Ekber!" der. Sonra, kainatın her köşesini O'nun ehadiyyet tuğralarının, amblemlerinin doldurduğunu, her yerde aynı kanunun geçerli olduğunu, kainatın bir sistem, bir bütün teşkil ettiğini, meselâ bir tek elmanın bir baharın hülasası olduğunu, baharın ise güneş sisteminin neticesi olduğunu, en küçük bir atom ile en büyük güneş sisteminde aynı kanunun cari olduğunu bilip Allah'ın tek Rabb, öyle ise tek Mabud olması gerektiğini anlar ve "Eşhedü en lâ ilâhe illallâh" der.
Her şeyi yerli yerinde yaratan, insanı beyan ve ifade mucizesi ile donatan, ona konuşma ve lisan nimetini veren Hâlık Teâla, elbette insanlara yaratılış gayelerini, görevlerini bildirecek ve talimatlarını tebliğ edecek bir elçi gönderecektir. Aksi takdirde, yaratılış gayesi gerçekleşmeyecektir. Nitekim öğretmensiz bir okul, öğretim gayesi bakımından hiçbir işe yaramaz. İşte bir muallim, bir Resûl gerektiği meydanda olunca, bu risalete en mükemmel derecede layık olan insan, her yönü ile mükemmel olan Hz. Muhammed (asv)'dır. Öyleyse: " Eşhedü enne Muhammeden Resûlullâh."
Bu zatın tebliğ ettiği dinin direği, dinindeki bütün ibadetlerin olduğu gibi kainattaki mahlukların ibadetlerinin de fihristi ve hülasası olan namazdır. Şu halde ne duruyorsunuz, buyurun sofraya: "Hayye ale's-salâh!"
İbadet, insanları felâha, yani kurtuluş ve mutluluğa götürür. Namaz, huzurun, cennetin, saadetin anahtarıdır. Bunu kabul ve ilan ederiz: "Hayye alel-felâh!"
Fakat unutmayın ki en yüce maksad Allah'dır, yani Allah'ın rızasına nail olup cemalini seyretmektir. İbadet, sırf O emrettiği için yapılır. İhlas, gayelerin gayesidir: "Allahu Ekber, Allahu Ekber! Lâ ilâhe illallâh!" (7). Eşhedü en lâ ilâhe illallâh" şu demektir: Kudreti, ilmi, iradesi, hükmü mutlak olan yalnız Allah'tır. Varlık, hayat, nimetler yalnız O'ndan olduğu gibi ibadet ve tazim de sadece O'na mahsustur. O'nun mülkünde, O'nun tebaasında yalnız O'nun buyrukları caridir. Helal ve haram kılma O'nun yetkisidir.
Ezan okunurken "Eşhedü enne Muhammeden Resûlullâh" sözünü işiten mü'min, bu cümleyi tekrar edip hemen arkasından: "Salla'llâhu aleyke yâ Resûlellâh!" "Karret bike ayneyye yâ Resûlellâh!" der. Bunun anlamı şudur: "Ya Resûlellâh! Şahitlik ederim ki Rabbimiz Sen'i resûl yaptı ve Sen de bu risaleti tastamam yerine getirdin. Allah'ın biz insanlar için buyurup Senin tarafından tebliğ edilen bütün hükümleri can-u gönülden kabul ettim. Bunlara aykırı bir düşünce beslemekten uzak bulunuyorum. Bu ikrar üzere Sana olan biatımı-bağlılığımı tazeliyorum. Sen'in getirdiğin mükemmel din ve ahlâk esaslarıyla beni mutlu, gözümü aydın ettin. Bu aydınlık hep devam etsin!"
İmam Rabbani Ahmed Faruk Serhendî de ezanın kutlu lafızlarının delaletine kısaca temas edip şöyle demiştir: "Allahu Ekber!": "Allah büyüktür, O'na herhangi bir şey lazım değildir. Kulların ibadetlerine de muhtaç olmaktan büyüktür. İbadetlerin O'na hiçbir faydası yoktur. Bu mühim manâyı zihinlere iyice yerleştirmek için bu kelime dört defa tekrar edilir.
"Eşhedü en lâ ilâhe illallâh"; O, kibriyası, büyüklüğü ile kimsenin ibadetine muhtaç olmadığı halde, ibadet olunmaya O'ndan başka kimsenin hakkı olmadığına şehadet ederim, elbette inanırım, hiçbir şey O'na benzemez.
"Eşhedü enne Muhammeden Resûlullâh": O'na layık ibadeti, Hz. Muhammed aleyhi's-selâmın getirdiğine şehadet ederim. Hz. Muhammed'in O'nun gönderdiği Peygamberi olduğunu, O'nun istediği ibadetlerin, yolunun bildiricisi olduğunu ve Allahu Teâla'ya ancak O'nun bildirip gösterdiği ibadetlerin yaraşır olduğuna şehadet ederim, inanırım.
"Hayye ale's-salâh! Hayye alel-felâh!": Mü'minleri felâha, saadete, kurtuluşa sebeb olan namaza çağıran iki kelimedir.
"Allahu Ekber!": O'na layık ibadeti kimse yapamaz. O, herhangi bir kimsenin ibadetinin O'na layık, yakışır olmasından çok büyüktür, çok uzaktır.
"Lâ ilâhe illa'llâh": İbadete, karşısında alçalmağa müstehak olan, buna hakkı olan ancak O'dur. O'na layık bir ibadeti kimse yapamamakla beraber, O'ndan başka ibadet olunmaya kimsenin hakkı yoktur. Namazın şerefinin büyüklüğünü, onu herkese haber vermek için seçilmiş olan bu kelimelerin büyüklüğünden anlamalıdır (8).
Ezanın, son olarak üzerinde duracağımız mesajı, biz tüm insanları son durağı olan ahireti hatırlatmasıdır. İmam Gazzalî bunu şöyle anlatır: "Ezan sesini işittiğin zaman, kıyamet günündeki davetin dehşetini düşün. Ezana süratle icabet için, bâtın ve zâhirin ile hazırlan. Çünkü ezana süratte icabet edenler, o büyük günde lütuf ve mülayemetle davet edilirler. Kendi kendine düşün: Eğer ezan sesini rağbet ve sevinçle karşılıyorsan, o hüküm gününde, kulaklarına çınlayacak olan müjde ve kurtuluş nidasıdır. Bunun içindir ki Peygamber Efendimiz "Erihnâ yâ Bilâl! (Ezan ve namaz ile bizi rahattandır, yâ Bilâl)" buyurmuştur.
"Allahu Ekber", Allah her şeyden büyüktür, dediğin zaman, kalbin dilini yalanlamasın. Eğer gönlünde Allah Teâla'dan büyük bir şey kabul ediyorsan, her ne kadar sözün doğru olsa bile, Allah Teâla senin yalancılığına şehadet eder. Nitekim münafıkların kalbleri dillerini tekzib ederken, dilleriyle: "Biz Sen'in Resûlullâh olduğuna şehadet ederiz" dediklerinde, evvela Allah Teâla Peygamber Efendimizin Allah'ın Resûlü olduğuna bizzat kendisi şehadet ettikten sonra, samimi olmayıp şehadet tesmiye ettikleri ve kalblerinin lisanlarını yalanlamalarını tekzib etmiş ve kendilerinin yalancı olduklarına şehadet etmiştir. Eğer kendi arzu ve isteklerin, Allah Teâla'nın emirleri üzerine sana galebe çalmışsa, sen Allah'dan çok nefsine itaat ediyor ve nefsini ilah ittihaz ederek onu büyültmüş oluyorsun. O zaman senin 'Allahu Ekber" sözünün, kavl-i mücerredden, kuru laftan ibaret kalmasından korkulur. O zaman kalb lisandan ayrılmış olur. Eğer bu hâlden tevbe edilmez ve mağfiret taleb edilmezse, neticede Allah'ın affı erişmezse, cidden tehlikeli olur (9).
Ezandaki sürekli mesaj, onun asli lafızları ile okunması şartına bağlıdır. Tercümesi o kutlu lafızların yerini tutamaz. Zira bunlar, bizzat Resûlullâh Efendimiz tarafından bildirilmiş ve kalblerin en hassas yerlerinde taht kurmuştur. Ezanın asli şeklinin değiştirilmesine karşı, o vakit merhum Said Nursi'nin mütalaası içinde, bunun sırrı ve gerekçesi bulunabilir. O şöyle diyordu: "İslâm şeâirinde Hz. Peygamber (as) tarafından bildirilen nebevî ve ilahî tabirler, canlı ve sevaplı bir cild, bir deri durumundadır. Yoksa elbise gibi değildir ki, çıkarılabilsin. Hristiyanlar zaten Hz. İsa'dan almadıklarından, değiştirmeleri fazla bir tesir uyandırmaz. Nasıl ki bir canlının veya meyvenin derisi ve kabuğu soyulsa, muvakkat bir zerafet gösterir, fakat az bir zamanda o zarif et ve o güzel meyve, o yabancı ve paslı ve kesif ve arızi deri altında kararır, taaffün eder, kokuşur. Aynen bunun gibi İslâm şeairindeki ilâhî ve nebevi tabirler, canlı sevaplı bir cild, bir deri hükmündedir. Onların soyulmasıyla manâlarındaki bu nûrâniyet muvakkaten çıplak olarak -bir dereceye kadar- görünür fakat kabuğundan ayrı düşmüş bir meyve gibi, o mübarek manâların ruhları uçar, zulmetli kalb ve kafalarda beşerî postunu bırakıp gider." Bunun doğruluğunun en bariz delili, yirmi seneye yaklaşan bir uygulamanın başarısız kalması ve memleketimizde ezanın asli hale irca edilmesinin, tarihi bir hadise sayılmasıdır.
O, aynı konu ile ilgili olarak ayrıca şöyle der: "Şer'î meselelerden bir kısmına taabbüdî denilir ki bunlar aklın muhakemesine bağlı değildir, emrolunduğu için yapılır. İlleti (sebebi) emirdir. Bir kısmına ise ma'kûlü'l-manâ tabir edilir; yani bir hikmet ve maslahat (fayda) var ki o hükmün tercihine müreccih olmuş, fakat sebeb ve illet değil; çünkü hakiki illet emir ve nehy-i ilahidir.
Şeairin taabbüdî kısmını hikmet ve maslahat değiştiremez. Aynen onun gibi, şearin faidesi, yalnız malum maslahatlardır, denilmez ve öyle bilmek hatadır. Belki (aksine) o maslahatlar, çok hikmetlerinden bir faidesi olabilir. Meselâ biri dese ki: "Ezanın hikmeti müslümanları namaza çağırmaktır, şu halde bir tüfek atmak kafidir." Halbuki o divane bilmez ki, ezanın binlerce faidesi içinde tüfek sesi o faideyi temin etse bile acaba nev-i beşer (bütün insanlık) namına yahut o şehir ahalisi adına, kainatın yaratılışının en büyük neticesi ve insanların yaratılışının gayesi olan tevhid ve Allah'ın Rubûbiyyetini izharına karşı ubudiyyetin izharı vazifesini gerçekleştirme vasıtası olan ezanın yerini nasıl tutabilir?" (10).
Hülasa, İslâm'ın insanlığa çağrısı ezanda, o da hülasanın hülasası olarak "Allahu Ekber" cümlesinde özetlenmiştir. İslâm'ın insanlara getirdiği en büyük hediye olan ve günde beş manidar vakitte tekrarlanan bu tebliğ, hem fert hem de toplum olarak kurtuluşumuzun kefilidir.


DİPNOTLAR:
1. Buhari, Ezan, 5.
2. Câsiye, 37.
3. Müddessir, 3.
4. Bakara, 185.
5. Said Nursi, Şualar, s. 214-216.

 

abdurrauf

New member
Katılım
21 Eki 2010
Mesajlar
52
Tepkime puanı
10
Puanları
0
Yaş
33
memleketimizde 10 senemi 20 senemi ne ezan okunmamış. ozamanları görenleri tanıdım. en büyük nimet ezan derlerdi. çok şükür memleketimizde ezanlar okunuyor. camilere gidelim camileri çok gösterelim
 
Üst Alt