Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

İnfak

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
(ÂLİ IMRÂN 180)

Diyanet Açıklamalı: Allah'ın, kereminden kendilerine verdiklerini (infakta) cimrilik gösterenler, sanmasınlar ki o, kendileri için hayırlıdır; tersine bu onlar için pek fenadır. Cimrilik ettikleri şey de kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

Elmalılı : Allah'ın bol nimetinden kendilerine verdiği şeye cimrilik edenler sakın onu kendilerine hayırlı sanmasınlar. Hayır, o, onlar için bir şerdir. Kıyamet gününde o kıskandıkları mal, boyunlarına tomruk edilecek. Kaldı ki, göklerin ve yerin mirası hep Allah'ındır ve Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

Göklerin ve yerin mirası yani selef (geçmiş)den halef (yerine geçen)e intikal edegelen mal ve diğerleri gibi gökler ve yerle ilgili miraslar yalnız Allah'ındır. Tek başına onun mülküdür. Bunlara miras yoluyla sahip olanların, gerçek mülkleri yoktur, o geçici, iğreti bir şeydir. Hepsi yok olur. Ancak gerçek sahip olan Allah'ın mülkü kalır. Şu halde bunları Allah'dan kıskanıp da Allah yolunda sarfetmek hususunda cimrilik edenler bunu düşünmeli ve ne büyük günah yaptıklarını anlamalıdırlar. Semâvî (göklere ait) miras, nübüvvet (peygamberlik), ilim... gibi yüksektir. Bundan şu anlaşılır ki, önce miras ilâhî bir kanundur. İkinci olarak "Allah'ın onlara lütfundan verdiği" yalnız mallara tahsis edilmiş değildir. Bir de burada bu süreyi takip edecek olan Nisâ Sûresi'nde gelecek miras âyetlerine bir çeşit hazırlık vardır.



(HADÎD 10)

Diyanet Açıklamalı: Ne oluyor size ki, Allah yolunda harcamıyorsunuz? Halbuki göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Elbette içinizden, fetihten önce harcayan ve savaşanlar, daha sonra harcayıp savaşanlara eşit değildir. Onların derecesi, sonradan infak eden ve savaşanlardan daha yüksektir. Bununla beraber Allah hepsine de en güzel olanı vâdetmiştir. Allah'ın yaptıklarınızdan haberi vardır.

Elmalılı : Ne diye Allah yolunda harcamayasınız ki? Göklerin ve yerin mirası zaten Allah'ıdır (hepsi O'na kalacaktır). Fetihten önce harcayıp çarpışanlarınız diğerleriyle bir olmaz; onların derecesi sonradan harcayıp çarpışanlardan daha büyüktür! Bununla beraber Allah hepsine en güzeli va'd buyurdu. Allah her ne yaparsanız haberdardır!


[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]8-9-10. Halbuki Allah sizden kesin söz almıştı. fiilinin zamiri, hem Allah'a hem de Resulü'ne ait olabilir. Allah'a ait olduğu düşünülürse o zaman buradaki misâktan maksat, yaratılış sözü olan "Evet Rabbimizsin dediler". mîsakıdır ki, delil getirme ve düşünceye yerleştirme şeklinde de yorumlanmıştır. Resulullah (s.a.v)'a ait olduğu kabul edilirse bu duruma göre de ona yapılan biât anlamına alınabilir. Zira Ubâde b. Sâmit (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Sahabiler Hz. Peygamber'e, canlılık ve gevşeklik halinde işitip itaat etme, zorluk ve kolaylık durumunda nafaka verme, iyiliği emredip kötülükten sakındırma ve kınayanın kınamasından korkmayarak Allah Teâlâ ile ilgili söz söyleme konusunda biât etmişlerdi. "Fetihten önce" Burada fetihten kasıt, Mekke'nin fethi, yahut hakkında Fetih Sûresi'nin indiği Hudeybiye'dir Bu ibareden de, onuncu âyetin Medine'de nazil olduğu anlaşılır. Müfessir el-Vâhidî'nin rivâyetine göre bu âyet, Ebû Bekr (r.a.) hakkında indirilmiştir. Bununla beraber "Sebebin hususî olması, hükmün genel olmasına engel teşkil etmez." kaidesinden hareketle Mekke'nin fethedilmesinden veya Hudeybiye'den evvel infakda bulunan ve savaşan Muhacir ve Ensarı da içerisine almaktadır. Bu yüzdendir ki çoğul sıgasıyla "Onlar, (derece itibarıyla) daha büyüktür." buyurulmuştur. Ahmed b. Hanbel'in Enes (r.a.)den yaptığı bir rivâyete göre Hâlid b. Velid ile Abdurrahman b. Avf arasında şöyle bir konuşma geçmişti. Hâlid, Abdurrahmân'a: "Siz, bizden önce yaşamış olduğunuz günlerle önümüze geçmek istiyorsunuz." demişti. Bu söz Hz. Peygamber (s.a.v)'e ulaştığında buyurdu ki: "Ashabımı benim için bırakın, nefsim kudret elinde bulunan O yüce zât'a yemin ederim ki, siz dağlar kadar altın infak etseniz, yine de onların amellerine yetişemezsiniz." Görüldüğü gibi bu hadis, ile işaret olunanların Hudeybiye'den önce infak edenler olduğunu kuvvetlendirmektedir. Çünkü, Hâlid b. Velid'in müslüman olması hadisesi, Hudeybiye'den sonra, Mekke'nin fethinden önce idi. Şu halde fetihten maksat, Hudeybiye demektir. Ancak Zemahşerî gibi bir çok âlim, onu Mekke'nin fethi olarak kabul etmişlerdir. [/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]Hüsnâ, birçok kere geçtiği gibi, en güzel mükafat, yani cennet anlamını ifade etmektedir.[/FONT]




İNFÂK

Nafaka verip geçindirme, besleme, Allah yolunda harcama. Bir terim olarak; gerek hısımlardan ve gerekse diğer insanlardan yoksul ve muhtaç olanlara para veya maişet yardımı yaparak, onların geçimini sağlama, demektir. Zarûrî ihtiyaç ve maişet için sarfolunacak paraya ve azık çeşidine "nafaka" denir. Bir kimsenin kanunen geçindirmek zorunda bulunduğu kimselere mahkeme kararıyla bağlanan aylık da bu adı alır.

İslâm hukukunda infakın kapsamı geniştir. Aile reisinin bakmakla yükümlü olduğu kimselere harcama yapmasını kapsadığı gibi; diğer yoksul ve muhtaçlara yapılan zekât, sadaka ve benzeri yardımları da anlamı içine alır. Zekât gibi miktarı belirli yardımlaşma hükümleri gelmeden önce, Ashâb-ı kiram yoksullar için ne kadar harcayacaklarını bilmiyorlardı.

Muaz b. Cebel ile Sa'lebe Hz. Peygamber'e "Kölelerimiz ve hısımlarımız var. Bunlara malımızdan ne şekilde ve ne miktarda harcayalım" diye, şu ayet inmişti: "Ey Muhammed! Sana, hangi şeyi nafaka vereceklerini sorarlar. De ki: "İhtiyacınızdan artanı verin"(el-Bakara, 2/219). Zekât farz kılınmadan önce, kazanç sahipleri, bu ayete göre, her günkü kazançlarından kendilerine yetecek kadarını alır, gerisini tasadduk ederlerdi. Altın, gümüş gibi nakit sahipleri de, bir yıllık geçimini ayırır, geri kalanını Allah yolunda harcarlardı (ez-Zebîdî, Tecridî Sarîh, Terc. K Miras, Ankara 1978, XI, 371).

Kur'an-ı Kerîm'in pek çok âyetinde, varlıklı müminlere "Allah yolunda infak" emir ve tavsiyesinde bulunulmuş, Allah yolunda harcayanlar övülmüştür.
"Ey iman edenler, kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardığımız ürünlerin en helâl ve iyisinden Allah yolunda harcayın (zekât ve sadaka verin)" (el-Bakara, 2/267);
"Mallarını gizli ve açık olarak gece ve gündüz harcayan kimseler var ya, iste onların, Rableri katında ecirleri vardır. Onlara hiçbir kortu yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır" (el-Bakara, 2/274);
"Mallarını Allah yolunda harcayanların hâli, her başağı yüz daneli yedi başak bitiren bir tohumun hâli gibidir. Allah dilediği kimseye daha kat kat verir,. Allah'ın ihsanı çok geniştir. Her şeyi hakkıyle bilendir" (el-Bakara, 2/261).
Bakara Suresi'nin ilk ayetlerinde takvâ sahiplerinin vasıfları sayılırken, "Allah yolunda harcayanlar"; gayba inanan ve namaz kılandan sonra üçüncü sırada zikredilir (bk. el-Bakara, 2/3; Âlu İmrân, 3/134).

Allah yolunda yapılan harcamanın, malın sevilen çeşidinden yapılması, kişiyi "birr" derecesine ulaştırır. Ayette şöyle buyurulur: "Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcayıncaya kadar Cennete ve iyiliğin en güzeline (birr) eremezsiniz" (Âlu İmrân, 3/92). Bu ayet inince, Ebû Talha (r.a) en çok sevdiği malı olan "Bırhâ" bahçesini Allah yolunda tasadduk etmek istemiş, Hz. Peygamber'in; "yakın hısımlarına ve amcasının oğullarına vermesi" tavsiyesine uyarak böyle yapmıştır (Buhârî, Zekât, 44, Vesâyâ, 17, 26; Müslim Zekât, 43; Ahmed b. Hanbel, III, 141, 256). Hz. Ömer Hayber'den hissesine düşen değerli ganimet toprağını vakfetmiştir (İbn Kesîr, Muhtasaru Tefsir, Beyrut 1981, I, 299).

Zeyd b. Hârise (r.a) "Seyl" adındaki ünlü atını tasadduk etmesini Hz. Peygamber'den istemiş, O da atı Usâme b. Zeyd (r.a)'e vermiştir. Hasan el-Basrî şöyle der: "Bir kimse sevdiği bir tek hurmayı bile Allah rızası için sadaka olarak verirse bu ayetteki "birr"e mazhar olmuş olur". Ömer b. Abdülaziz, yoksullara bol miktarda şeker dağıtır ve sebebini soranlara da şu cevabı verirdi: Çünkü ben en çok şekeri severim.

İnfakın en fazîletlisi ve en önde geleni kişinin muhtaç durumda bulunan hısımlarına yaptığı harcamalardır. Ayette şöyle buyurulur: "Erkekler kadınlar üzerinde hakimdirler. Çünkü Allah birini (cihat, imamet ve miras gibi bazı konularda) diğerinden üstün yaratmıştır. Bir de erkekler, mallarından onların geçimini sağlamaktadırlar" (en-Nisâ, 4/34). Âile fertlerine yapılacak harcama sadaka hükmündedir. Hadiste şöyle buyurulur:"Bir müslüman, aile fertlerinin geçimini, Allah'ın rızasını umarak sağlasa bu, kendisi için sadaka olur".
Hadiste zikredilen aile fertlerine (ehl); karısı, çocukları, nafakası kendisine gerekli olan erkek ve kız kardeşleri ile amcası ve amcasının çocukları, evinde beslediği yabancı yoksul çocuklar dahildir. Bir kimsenin bakmakla yükümlü olduğu kimseleri geçindirmesi, onun üzerine vaciptir. Eğer bu masrafları yaparken Allah rızasını kazanmayı kastederse, sürekli sadaka ecri alır. Ancak bu konuda Allah rızasını kasdetmezse, üzerinden borç düşer, fakat ayrıca bir ecir alamaz (bk. ez-Zebîdî, a.g.e, IV, 411-417, XI, 372, 373). Buna, Sa'd b. Ebî Vakkas'ın naklettiği şu hadis de delâlet eder:

Veda Haccı yılı Mekke'de hastalanan Sa'd b. Ebî Vakkas tek varisi olan kızına çok servet kalacağını düşünerek servetinin üçte ikisini vasiyet yoluyla başkasına bırakmak ister. Hz. Peygamber razı olmaz. Yarısını bırakmak ister. Resulullah (s.a.s), "üçte birini vasiyet etmesi" ne müsaade eder ve şöyle buyurur:
"Ey Sa'd! Senin mirasçılarını zengin bırakman, onları yoksul ve başkalarına avuç açar bir halde bırakmandan daha hayırlıdır. Sen, Allah rızası için harcadığın nafakadan dolayı ecir alırsın. Hatta, yemek yerken eşinin ağzına verdiğin lokmadan ötürü de ecir alırsın" (Buhârî, Merdâ, 16; Mâlik, Muvatta', Vasiyye, 4). Ancak Sa'd, bu hastalığından iyileşip uzun bir müddet daha yaşamış ve bu kızından başka çocukları olmuştur.
Buna göre, bir kimse, malının üçte birine kadar olan kısmını vasiyet yoluyla Allah yolunda harcayabilir. Servetin üçte ikisi mirasçıların korunmuş hissesidir. Ancak, mirasçılara vasiyetle mal bırakılması hadisle yasaklanmıştır. Çünkü mirasçılara Allahu Teâlâ belirli miras hisseleri tahsis etmiştir (bk. en-Nisâ, 4/11, 12, 176; el-Enfâl, 8/75).

Zorunlu nafaka ikiye ayrılır:

1. Kişinin gücü yettiği zaman kendisi için gerekli olan nafaka. Bu, başkalarına yapılacak yardım ve Allah yolunda harcamadan önde gelir. Çünkü kişinin yaşamını sürdürmesi ve başkalarına olan infak görevini yerine getirebilmesi buna bağlıdır. Hz. Peygamber; "İnfaka önce kendinden, sonra nafakası senin üzerine vacip olan kimselerden başla!" (Buhâr;, Zekât" 18, Nafakât, 3; Müslim, Zekât, 41; Tirmizî, Zekât, 38, Zühd, 32; Nesaî, Zekât, 51, 53, 60) buyurur.

2. Müminin başkalarına olan infakı. Başkasına infakın farz olmasının üç sebebi vardır: Evlilik, hısımlık ve mülk.
Evlilikte, koca eşinin yeme, içme, giyim ve mesken ihtiyacını karşılamak zorundadır. Emsalinin evinde hizmetçi bulunuyorsa o da nafaka kapsamına girer (bk. el-Bakara, 2/233; et-Talâk, 65/6, 7; Buhârî, Nafakât, 1-4; Ebû Dâvud, Menâsik, 56; el-Kâsânî, Bedâyîu's-Sanâyi', Mısır 1909-1910, IV, 40; Hamdi Döndüren, İslâm Hukuku, İstanbul, 1983, S. 294 vd.).
Eşler dışında, biri diğerine evlenme engeli teşkil edecek kadar yakın hısım (mahrem) olunca, bunlar arasında nafaka cereyan eder. Anne, baba, dede, nine, çocuk ve torunlar, kardeşler, hala, amca, dayı ve teyze bunlar arasında sayılabilir. Ayetlerde şöyle buyurulur: "Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, akraba olan komşulara, yakın komşulara, yanında bulunan arkadaşa, yolda kalanlara, sahip olduğunuz kölelere iyilik edin" (en-Nisâ, 4/36)."O halde, akrabaya, yoksula ve yolcuya hakkını ver" (er-Rûm, 30/38).
Hz. Peygamber, iyilik yapmaya en lâyık kimin olduğunu soran bir sahabeye şöyle cevap vermiştir: "Annen, sonra, yine annen, sonra yine annen. Sonra, baban. Sonra en yakınından başlayarak uzağa doğru diğer hısımların" (eş-Şevkânî, Neylü'l Evtâr, VI, 327).
Hanefîler bu ayet ve hadislerdeki "hısımlar"ı, "mahrem hısımlar" şeklinde sınırladılar. Çünkü; "Babanın yükümlülükleri aynen mirasçıya da geçer" (el-Bakara, 2/233) ayeti, Abdullah b. Mes'ûd (ö. 32/652) kırâatinde "Babanın yükümlülükleri aynen mahrem hısımlardan olan mirasçıya geçer" şeklinde rivayet edilmiştir.
İslâm hukukçuları eş ve diğer hısımların nafakasının; yiyecek, katık ve giyeceğin belde örfüne göre ve yükümlünün durumu dikkate alınarak "yetecek ölçüde" olması gerektiği konusunda görüş birliği hâlindedir.
Çünkü nafaka ihtiyaç sebebiyle vacip olmuştur. İhtiyaçlar da yeterli ölçüdeki (kifaye miktarı) şeylerle giderilebilir. Hz. Peygamber (s.a.s) Ebû Sufyan'ın karısı Hind'e; "Kocanın malından, örfe göre sana ve çocuklarına yetecek kadar al" (Buhârî, Buyû', 95; Nesaî, Kudât, 31; İbn Mâce, Ticârât, 65; Dârimî, Nikâh, 45) buyurmuştur. Burada onun ve çocuklarının nafakası kifaye miktarında belirlenmiştir. Diğer hısımların da buna kıyas yapılarak aynı ölçüde olması gerekir. Eş veya diğer hısım hizmetçiye muhtaçsa, nafaka kapsamına o da girer. Felçli durumdaki yoksul anne veya babanın bir hizmetçiye baktırılması gibi.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Allah'a Borç Vermek

Allah'a Borç Vermek

Allah'a borç verilir mi ? İlk bakışta ters bir söz gibi görülüyor.

Verilir. Çünkü, bu ifade Kur'an'da geçiyor. Tam açılımı ile şöyle:

'' ALLAH'A GÜZEL BİR BORÇ VERENLER ''

İşte Hadid suresi ve 11. ayeti::

'' Allah'a kim güzel bir borç verecek ki, O, onun verdiğini kat kat arttırsın. Böyle birisi için onur verici bir ödül de vardır. ''



Ayet Allah yolunda mal ve para harcamanın, Allah'a ödünç vermek gibi olduğunu ve Allah'ın, bunun karşılığını katkat vereceğini bildirerek müminleri yani inananları Allah yolunda harcamaya teşvik etmektedir.

Bu ayette geçen '' güzel bir borç '' terimi arapça '' faizsiz borç '' anlamında kullnılmaktadır,. ve Kur'an'da yedi yerde geçmektedir. Bu ayetteki anlamı '' yalnızca Allah rızası gözetilerek yapılan yardım, hayır ve sadaka '' şeklindedir.

Bu ayetin ne gibi bir mana ve hükme işaret ettiği hakkında Hz. Ömer'e sorulduğunda: '' Bu Allah yolunda infaktır ( muhtaç olana yapılan yardım ) '' demiştir.



Allah'ın kendisine verdiği malı;

Samimi niyetle,

Kişinin bu dünya ile ilgili hiç bir çıkar beklemeden,

Gösteriş ve şöhret niyeti olmaksızın,.

O'nun yolunda sarfetmesini güzel bir borç olarak nitelemesi, O'nun insanoğluna bir lütfudur. Üstelik ve verildikten sonra teşekkür beklenilmemeli Ve sadece Allah rızası gözetilmelidir.



Bu tür davranışa Allah'ın iki tür ödül vaadi söz konusudur:

1 - Kat kat karşılığını vermek,

2 - Kendi lütfu ile ayrıca ödüllendirmek.


alıntı
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Karz-i Hasen

Karz-i Hasen

“Karz”, geri ödenmek üzere verilen mal veya birine ödünç (borç) verme anlamına gelir.

Borç verenin malının bir kısmını vermesi borç alanın da aldığı şeyin bir mislini geri vermesi şeklinde de açıklanabilir.

“İstikraz, iktiraz, ikraz, mukriz, mustakriz, mukrez, kıraz” kelimeleri aynı kökten türemiş kavramlardır. Kur’an-ı Kerim de 12 yerde bu kavramlar mecazi olarak “Allah’a güzel bir şekilde borç veren (karz-ı hasen)” anlamında kullanılmıştır. Bu kimseye de bunun kat kat fazlasının ödeneceğinden bahsedilmiştir.

Bu ayetlerde, Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla yapılan harcamalar da karz-ı hasen kapsamına alınmıştır. Karz-ı hasen zahirde insanlara verilirken, mecâzen Allah’a verilen bir borçtur. Allah Teâlâ, bu borcu katında zayi etmeyeceğini ve karşılığını sevap ve mükâfat cinsinden katlayarak geri döndüreceğini ilâhî bir vaat olarak bildiriyor. (Müzzemmil 20)

Karz (borç verme), Allah’a yakınlaşma (kurbet) anlamını içeren, alan açısından dünyevî, veren açısından uhrevî faydaları olan bir işlemdir. Karz-ı Hasen (Güzel Ödünç) denmesinin sebebi, hayır duygusuyla ve Allah rızası için yapılan her türlü malî fedakârlığı kapsamasındandır.



AYET VE HADİSLERDE KARZ-I HASEN

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:

“Kim bir müslümanın dünya sıkıntılarından birini giderirse Allah da onun ahiret sıkıntılarından birini giderir. Kul kardeşinin yardımında olduğu sürece Allah da onun yardımındadır.” (Buhari) buyurmaktadır.

Ayrıca:

“Sadaka on misliyle, karz onsekiz misliyle mükâfatlandırılır.”

“İki defa borç vermek bir defa sadaka vermek gibidir.” (İbn-i Mace) hadisleri genel veya özel olarak ödünç vererek insanlara yardımcı olmanın dindeki yerine ve erdemli bir davranış olduğuna işaret etmektedir.

Borçlanma öncesi şart koşulmaksızın, ödeme sırasında hediye veya daha güzelini vermede bir sakınca görülmemiştir. Nitekim Rasul-i Ekrem 3 yaşında bir deve ödünç almış ödeme zamanında daha değerli 6 yaşında olan bir deve vermişti.

“Sizin en hayırlınız, ödeme bakımından en güzel olanınızdır.” buyurmuştur.

Borçlanma akdinin yazılı belge ve şahitle vesikalandırılması, muhtemel anlaşmazlıkları ve mağduriyetleri önleyeceğinden gerekli bir davranıştır. Borçlanma esaslarını belirleyen Bakara suresinin 282. ayeti Kur’an’ın en uzun ve kapsamlı ayetidir. Ayet noterlik müessesesinin esaslarını koymuş, hassas müslümanlar da bu tavsiyeyi genellikle uygulamışlardır.

Kur’an ve sünnette, imkân sahiplerinin ihtiyaçlı kimselere borç vermesi; borçluya mühlet tanıması, gereksiz yere onu sıkıştırmaması tavsiye edilirken, borçluya da borcunu zamanında en güzel bir şekilde ödemesi, imkânı olduğu halde ödemeyi geciktirmenin zulüm, ödeme niyeti olmadan borç almanın hırsızlık olduğu belirtilmiştir. (İbn-i Mace)

Karz-ı hasenle ilgili bir başka ayet de şudur:

“Andolsun ki Allah, israiloğullarından söz almıştı. (Kefil olarak) içlerinden oniki de başkan seçmiştik. Allah onlara şöyle demişti: “Ben sizinle beraberim. Eğer namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, peygamberime inanır, onları desteklerseniz ve Allah’a güzel bir şekilde borç verirseniz (ihtiyacı olanlara Allah rızası için faizsiz borç verirseniz) andolsun ki sizin günahlarınızı örterim ve sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere sokarım. Bundan sonra sizden kim inkâr yolunu tutarsa doğru yoldan sapmış olur.” (Maide 12)

Hadid suresi 18. Teğabün suresi 17. ve Müzzemmil suresi 20. ayetlerinde, Allah için borç verenlerin bağışlanacağı sevaplarının da kat kat verileceği müjdelenir.

Sadaka vermek güzel bir ibadettir. Ancak ihtiyaçlının onurunu incitmemek için, ödünç vermek daha da güzeldir.

“Eğer (borçlu) darlık içinde ise, eli genişleyinceye kadar ona mühlet vermek (gerekir). Eğer (gerçekleri) anlarsanız bunu sadaka (veya zekat) saymak sizin için daha hayırlıdır.” (Bakara 280) buyrulmaktadır.

Kur’an’da zekâtın nerelere verileceğini ifade eden Tevbe Suresi 60. ayette borçlular da yer almaktadır.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem borç yükünden Allah’a sığınmış, olanca iyi niyetine rağmen borcunu ödeyemeyenlerin borcunu beytülmâldan ödemiştir.

Kur’an’da “Allah’a ödünç vermek” şeklinde ifadesini bulan, faizsiz ve karşılıksız verilen ödünç para anlamına “karz-ı hasen”i dile getiren ayetlerden birisi şöyledir:

“Kim Allah’a güzel bir ödünç verecek olursa, Allah da onun karşılığını kat kat verir ve ayrıca onun çok değerli bir mükâfatı da vardır.” (Hadid 11)

Allah’a ödünç vermekten maksat, sırf yardım gayesiyle ve Allah rızası için maddi sıkıntı içinde bulunanlara faizsiz borç vermek ve bu borcun tahsilinde kolaylık göstermektir.

Allah Rasulü şöyle buyuruyor;

“Miraç gecesi bana, cennet kapısından şöyle bir yazı getirildi:

“Sadaka için on katı, karz-ı hasen için ise onsekiz katı ecir vardır” Cebrail’e karzın niçin sadakadan daha üstün olduğunu sorduğumda, şu cevabı verdi: “Şüphesiz dilenci (çoğu zaman) yanında varken ister. Ödünç isteyen ise, ancak ihtiyaç sebebi ile ister.” (İbni Mace)



BORÇLANMANIN DİNİ SORUMLULUĞU


Borçluya Allah Teala yardım edecektir. Yeter ki iyi niyetli olsun.

“Kim ödemek niyetiyle başkasının malını alırsa, Allah bu borcu ödemeye onu muvaffak kılar. Kim de başkasının malını telef etmek niyetiyle alırsa, yüce Allah bu malın bereketini giderir ve borcunu ödemeye muvaffak olamaz.”

“Bir kimse ödemek niyetiyle borçlanır, sonra ödeyemeden ölürse, yüce Allah onun borcundan vazgeçer ve istediği bedeli vererek alacaklısını razı eder. Buna karşılık, gönlünde ödeme niyeti olmaksızın borçlanan kimse borcunu ödeyemeden ölürse, yüce Allah alacaklıların hakkını alır.” (Buhari, İstikraz 2) hadis-i şerifleri niyetin önemini ve amelden önce geldiğini ifade etmektedir.

Bir kimsenin sürekli olarak borç yükü altına girmesi, onu kişiliğinden fedakârlıklar yapmaya zorlayabilir. Sözünde duramama, yalan söyleme, yalan yere yemin etme gibi ahlâkî zaaflar gösterebilir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem çoğu kere namazlardan sonra günahtan ve borçtan Allah’a sığınırdı. Hz. Aişe radıyallahu anhanın,

“Yüce Allah’a borçtan sığındığın kadar hiçbir şeyden sığınmıyorsunuz?” sözüne, O şöyle cevap vermiştir:

“Kişi borçlandığı zaman konuşur ve yalan söyler, söz verir sözünde duramaz.” (Buhari)

Ancak, bu dua ve sakındırmalardan borçlanmanın caiz olmadığı anlamı çıkmaz. Belki yasak olan, ödememek niyetiyle veya üstesinden gelemeyeceği ölçüde aşırı borçlanmadır. Buna karşılık ihtiyaç ve zaruret halinde borçlanmak caiz olduğu gibi, faize bulaşmadan yatırım yapmak ve işini genişletmek maksadıyla borçlanmak da caizdir.

Karzın rüknü, icap ve kabuldür.

Ödünç verenin teberruya ehil olması gerekir. Ödünç vermede bir karşılık bulunmadığından karz-ı hasenin gerçekleşmesi için ödünç verenin mükellef olması ve malın karşı tarafa teslim edilmesi gerekir. Ödünç veren her an isteme hakkına sahiptir. Ancak süre belirlenmiş ise buna riâyet etmesi, borçluya kolaylık göstermesi daha hayırlıdır. Satış ve kira akitlerinde tespit edilen vadeye uyulmalıdır.



GÜNÜMÜZDE KARZ-I HASEN

İslam’da karz yoluyla kısa vadeli ve küçük kredileri temin etmek mümkün olabilir. Bu, akrabalık, dostluk, kardeşlik, karşılıklı yardımlaşma, karşılığını ahirette alma, ileride kendisi de benzer ekonomik sıkıntıya düşerse, destek hazırlama düşüncesiyle yapılabilir. Kısa vadeli ihtiyaçların esnaf, tüccar ve komşularla hısım-akraba arasında çözümlenmesi ve bundan bir çıkar beklenmemesi en güzel ve kalıcı bir çözümdür. Bu yolla fertler birbirine yakınlaşır, iyilik duyguları güçlenir, ayrıca taraflar sürekli olarak karz-ı hasen sevabına nail olurlar. İslam’da, uzun vadeli ve büyük krediler için kâr ortaklığı esası getirilmiştir. Çünkü bir çıkar olmaksızın, birinin diğerinin sermayesi ile sürekli tek taraflı kazanması hakkaniyete uygun değildir. Özellikle kredinin miktarı büyüdükçe bunu karz-ı hasen ölçüleri içinde çözmek mümkün olmaz. Krediye ihtiyacı olan işadamı dürüst çalışır, ortaklarını gerçek mal varlığına hissedar yapar ve gerçek kârı paylaşmaya ya da ortakların anaparalarına eklemeye razı olursa rahat bir şekilde ek sermaye bulabilir. Âtıl bir şekilde kasalarda, yastık altında hapsedilmiş büyük sermaye de ekonomiye katılmış ve insanlar faiz belasından kurtulmuş olur.

İslam toplumunda asırlardır uygulanan bu sosyal yardımlaşma zaafa uğradı. Ekonomik krizler, insanların dünyevîleşmesi, sevap ve Allah rızası yerine, faiz ve menfaatçilik topluma hâkim oldu. Ayrıca borç alan kimselerin bunu istismar etmesi, yalana başvurması, zamanında ödememesi borç vererek sevap uman iyi niyetli insanları da daha tedbirli olmaya yönlendirdi. Birkaç kötü niyetli sahtekâr, İslam’ın bu güzel geleneğini baltalıyor. Yine de, imkân sahibi müslümanlara seçici olmak şartıyla, karz-ı hasene devam ederek, kat kat sevap almalarını tavsiye ediyoruz.



NETİCE OLARAK

1-) Zaruri olmadıkça borca girilmemeli, borç alındığı takdirde ise, hakka-hukuka riayet edilmelidir. İmkânı olan müslümanlar karz-ı hasen geleneğini sürdürmeli, yukarıdaki ayetlerde de ifade edildiği gibi Allahu Teala’nın bunu karşılıksız bırakmayacağına da kesin olarak inanmalıdır.

2-) Karz-ı hasen yapanları teşvik etmeli, borcunu verirken dua ve teşekkürlerle ona psikolojik destek vermelidir. Hatta küçük de olsa bir hediye takdim edilmelidir.

3-) Karz-ı hasenin İslamî, ahlakî ve insanî güzel bir davranış olduğu, hiçbir çıkar ve menfaat gözetilmeden yapılması gerektiği unutulmamalıdır.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Allah'a Verilen Karz-ı Hasen (Güzel Borç - İnfak)

Allah'a Verilen Karz-ı Hasen (Güzel Borç - İnfak)

Bu kâinat, kudret eli ile kurulmuş binbir nakışla tezyin edilmiş umûmî, fânî bir ikâmetgâhtır. Bir imtihân âlemi olan şu dünyâda geçireceğimiz günler, ciddiyet ve ince bir şuur, derin bir idrâk ile tefekkür ister. Çünkü bizim için asıl kalıcı olan nîmetler, bâkî ikâmetgâha, yâni sonsuz hayata götürebildiğimiz güzelliklerdir. Kullarının böyle ebedî güzellikler ile huzuruna gelmesini arzu eden Cenâb-ı Hak, kendi katındaki yüce mükâfatı ve rızâsı istikametinde yapılacak amel-i sâlihlere verdiği değeri Kur’ân-ı Kerîm’de sık sık beyân buyurur. Allâh Teâlâ, bilhassa lutuf ve kerem, cömertlik ve ihsân gibi ulvî sıfatlarının tezâhürü olan sadaka ve infak hakkında ısrarlı teşviklerde bulunur. Öyle ki, yüce rızâsı için verilecek her sadaka ve yapılacak her infakı kendisine verilmiş bir borç (karz-ı hasen) olarak kabul eyler ve bunun karşılığını kat kat ödeyeceğini vadeder. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Allâh’a güzel bir borç verecek olan kimdir? Artık Allâh, bunu kendisi için kat kat arttırır. Onun için oldukça üstün ve onurlu (kerim) bir ecir vardır.” (el-Hadîd, 57/11)

Buna göre sadakalarımız, muhtaçtan ziyâde birgün ansızın karşımıza dikilecek olan ölüme karşı bir son nefes selâmet ve teminatı da olabilir.

Bilmeliyiz ki, bu dünyada sıkıntı veya ferahlık, Allâh’ın takdirine bağlıdır. Gerçek mü’minler, Allâh kendilerine nimet verdikçe kibirlenip şımaran, Allâh’ın lutfettiği nimeti O’nun rızası için sarfetmeyen gâfillerden olamazlar. Onlar karz-ı haseni her iki mânâsıyla idrâk ederek tatbik ederler. Yâni:

1. Hem ihtiyaç sahibi kullara borç verirler,

2. Hem de infakta bulunmak suretiyle Allâh’a borç verirler...

Evet karz-ı hasenin bir mânâsı da, Kur’ân-ı Kerîm’de bahsedilen şekliyle Allâh’a borç vermektir. Bu da ihtiyaç sahiplerine infak etmek sûretiyledir ki, Allâh Teâlâ bu ameli; terviç, teşvik ve mükâfatını beyan sadedinde kendisine verilen bir borç olarak ifadelendirir. Yâni infakı Cenâb-ı Hak, bizzat borç olarak kullarından istemektedir:

“Namazı kılın, zekâtı verin, Allâh’a gönül hoşluğuyla ödünç (karz-ı hasen) verin. Kendiniz için önden (dünyada iken) ne iyilik hazırlarsanız Allâh katında onu bulursunuz; hem de daha üstün ve mükâfatça daha büyük olmak üzere. Allâh’tan mağfiret dileyin, şüphesiz Allâh çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.” (el-Müzzemmil, 20)

Cenâb-ı Hakk, yüce rızâsı istikametinde kulun infakını karz-ı hasen (güzel bir borç) olarak isimlendirmekle insanoğluna lutufta bulunmaktadır. Tabiî, halis niyetle ve bu dünyada şahsî hiçbir menfaat beklemeden, gösteriş ve şöhret niyeti olmaksızın verilmesi şartıyla... Bunun için verildikten sonra teşekkür beklenilmemeli ve sadece Allâh rızası için sarfedilmelidir. Hazret-i Ali ve Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhümâ-’nın Kur’ân-ı Kerîm’de buyurulan:

“Onlar kendi canları çektiği halde, yiyeceği yoksulla, yetîme ve esire yedirirler: «Biz sadece Allâh rızâsı için yediriyoruz, sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimizden (O’nun azâbına uğramaktan) korkarız.» (derler). İşte bu yüzden Allâh, onları o günün fenâlığından esirger; (yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir...” (el-İnsân, 8-11) şeklindeki güzel ahlâka riayet edilmelidir.

Bu âyet-i kerîmelerde infak ile ilgili nükteler şöyledir:

1. Mü’min kardeşini tercih etmek; îsâr,

2. Fânî ve dünyevî gâyeler için değil, Allâh rızâsı için infâk etmek,

3. Kıyâmetin şiddetinden infâk ile korunmak,

4. İhlâsla yapılan infâkın Hak katında makbul olacağı ve sahibinin yüzünü ak edeceği,

5. Mü’minlerden bu nevi sâlih ameller işlenmesinin istendiği...

İşte Allâh’a bu şekilde verilen borç için Cenâb-ı Hak onun kat kat karşılığını bahşedecektir.

İbn Mesud’un rivayet ettiğine göre Ebû Dehda el-Ensari, Allâh’a güzel borç verme hakkındaki ayet nazil olduğunda Rasûlullâh’a:

“–Ya Rasûlallâh! Allâh bizden borç mu istiyor?” diye sordu

Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-:

“–Evet, ya Ebâ Dehda, Allâh borç istiyor!” diye cevap verdi.

Bunun üzerine Ebu Dehda, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’den elini uzatmasını istedi ve O’nun elini alarak:

“–Ben bağımı Allâh’a borç (Karz-ı Hasen) olarak veriyorum!” dedi.

İbn Mesud, Ebu Dehda’nın bağında 600 hurma ağacı olduğunu ve O’nun bağı içindeki evinde, ailesiyle birlikte oturduğunu söyler. Bu infaktan, Allâh’a borç verme sözünden sonra Ebu Dehda evine gelir ve hanımına:

“–Ey Dehda’nın annesi! Bu bağı ve evi boşaltacağız. Çünkü ben bu bağı Allâh’a borç verdim...” der.

Hanımı da ona:

“Ya Ebâ Dehda! Çok kârlı bir alış veriş yaptın!” diye cevap verir.

Daha sonra da eşyalarını ve çocuklarını alarak bağdaki evi boşaltırlar. (İbn Ebî Hatim)

Bu şuur ve fazîletin zirvede olduğu her devirde mü’minler topluluğu dâima huzur ve saadet içinde yaşamışlar hem dünyalarını hem de âhıretlerini korumuşlardır. Şu hâdise de bu hakîkatin göz kamaştırıcı bir tezahürüdür:

Elie Kedourie’nin kaleme aldığı, Osmanlının son döneminde İngiltere’nin Orta Doğu politikasına dair kitabın bir ekinde anlatıldığına göre 19. yüzyıl sonlarında Doğu Anadolu’da müthiş bir kıtlık başgöstermişti. Bunun üzerine İngilizler kıtlıktan hareketle bölgede Osmanlıya karşı bir isyan çıkarıp çıkaramayacaklarını tespit için oraya bir casus gönderdiler. Casusun yaptığı araştırma neticesinde müşahede ettiği gerçek son derece şaşırtıcı idi. Raporda deniliyordu ki:

“Burada kıtlık var, ama açlık yok! Herkes birbirini gözetiyor, yardımda bulunuyor. Bu yüzden de kıtlık, açlığa dönüşmüyor. Sonuç olarak böyle güçlü bir ictimâî yapı içinde kıtlıktan hareketle isyan üretmek imkânsız!..”

Hiç şüphesiz bu yüksek seviye, ihtiyaç ve yoksulluğun had safhaya ulaştığı anlarda ve bir de zor zamanlarda infakın değerine dikkat çeken âyet-i kerîmenin muhtevâsı içerisinde yaşayabilmenin dünyevî bir mükâfât ve bereketidir. Cenâb-ı Hak bu hususta gevşeklik ve gaflet gösterilmesini istemeyerek kullarını îkâz ile buyurur:

“Size ne oluyor ki, Allâh yolunda infak etmiyorsunuz? Oysa göklerin ve yerin mirası Allâh’ındır. İçinizden, fetihten önce infak eden ve savaşanlar (başkasıyla) bir olmaz. İşte onlar, derece olarak sonradan infak eden ve savaşanlardan daha büyüktür. Bununla beraber Allâh, her birine en güzel olanı va’detmiştir. Allâh’ın, yaptıklarınızdan haberi vardır.” (el-Hadîd, 10)

Yâni Cenâb-ı Hak, bilhassa İslâm’ın ve müslümanların zor zamanlarında kullarından fedâkârlık istemektedir. Kulların bu fedakârlıklarına da Kur’ânî ifade ile «karz-ı hasen» demektedir. Nitekim Çanakkale ve İstiklâl Harblerindeki fedakârlıklar da kullardan bir «karz-ı hasen» hâlinde tecellî edice Cenâb-ı Hak bunun mukâbili olarak galibiyyet ihsân eylemiştir.

Unutmamalıyız ki bize emanet olarak verilen bu beden, can ve mal, elimizde ebedî kalacak değildir. Muhakkak bir gün âniden hepsi ile vedâlaşacağız ve her şey mülkün gerçek sahibi olan Allâh’a kalacak, yâni ona dönecektir. Dolayısıyla şimdiden, yani hayatta iken bu emanetleri Allâh yolunda yerlerine teslim etmeliyiz ki ebedî mükâfata nâil olabilelim. Biz teslim etmesek bile asıl sahibi zaten dünyaya veda anında bizden her şeyi geriye teslim alacak. Ancak arada büyük bir fark olacak. Birinci şekilde, yâni infak ettiğimiz takdirde Allâh Teâlâ, bunu kendisine verilmiş bir borç olarak kabul buyuracak ve karşılığını kat kat ihsân eyleyecek. İkinci şekilde, yâni infak etmediğimizde ise elimize hiçbir şey geçmeyecek, mes’uliyetini yüklenmiş olacağız. Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, ömrünü infaktan uzakta kalarak geçirenleri şöyle îkâz buyurur:

“Âdemoğlu: «malım, malım...» deyip duruyor... Ey âdemoğlu! Yeyip tükettiğin, giyip eskittiğin veya sadaka olarak verip sevap kazanmak üzere önden gönderdiğinden başka malın var mı ki?!.” (Müslim, Zühd, 3,4; Tirmizî, Zühd, 34)

Hesabı ilk sorulacak hususlardan biri de: «Malını nereden kazandın, nereye sarfettin?» suâli olacaktır. Gerçek şu ki, kâinatın, yerlerin ve göklerin hazîneleri Allâh’a aiddir.

Dünyâ malından bir musibet hâlinde zuhur ederek gönlün âhengini tahrip eden fânî ve nefsânî alâkalardan uzakta kalabilmek, ancak cömertlik ve diğergâmlığın feyzi ile mümkündür.

Cenâb-ı Hak, insanoğlunun dünyâya veda ânında hasret duyacağı ibadetler arasında sadakayı bilhassa zikreder ve onu ihmâl edenlerin ölüm geçidinde iken:

“Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar ertelesen de, sadaka verip sâlihlerden olsam..” (el-Münâfikûn, 10) dediklerini beyan buyurur.

Bu hakîkati en güzel şekilde idrâk eden ecdâdımızın infak hususunda sergilediği gayretler ve faaliyetlerdir ki, tarihe muazzam bir «vakıf medeniyeti» hediye etmişlerdir. Onlar âdeta bir hayır yarışı içerisine girmişler ve bu yarışta her çeşit varlığa ve her türlü ihtiyaca cevap verecek mâhiyette müessseseler, vakıflar kurmuşlardır. Bunların yanında iffet ve utancından dolayı kimseden bir şey isteyemecek olanların şahsiyetlerini zedelememek ve onları istemek zorunda bırakmamak için eski İstanbul’un bazı semtlerine koydukları sadaka taşları pek meşhurdur.

Bu sadaka taşlarından Üsküdar Doğancılar Caddesi boyunca yol ayırımında evlendirme dairesi karşısındaki kaldırımın yanında yaklaşık bir metre yüksekliğinde ve otuz santim çapında olan tarihî hatıranın dışındakiler bugün yerlerinde değiller.

Oysa bunlar, bir zamanlarne büyük bir hizmete ve hayır yarışına şahid idiler. Hâli vakti yerinde olanlar:

“Sağ elin verdiğini sol el görmeyecek şekilde” infakta bulunabilmek için gece karanlığında sadakalarını bu taşın tepesindeki çukura bırakırlardı.

Daha sonra semtin fazîletli fakirleri de ihtiyaçları kadar oradan alırlar, fazlasına ilişmezlerdi. Bilhassa ihtiyacı olmasına rağmen dilenmekten çekinenler gecenin geç saatlerinde taşın yanına para almaya gelir, ihtiyaçları kadar alırlardı. 17. yüzyıl İstanbul’unu anlatan bir Fransız gezgin,

üzerinde para bulunan bir taşı tam bir hafta boyunca gözetlediğini, ancak oradan sadaka almaya gelen kimseyi göremediğini yazmaktadır.

Rivayete göre İstanbul’un dört yerinde sadaka taşı vardı: Üsküdar’da Gülfem Hatun Camii’nin avlusunda, yine Üsküdar Doğancılar’da Karacaahmet’te ve Kocamustafapaşa’da...

Şanlı ecdâdın, böyle bir hizmeti niçin yaptığı mâlûm. Ancak her toplumda ve her devirde düşkünler ve muhtaçlar daima mevcut olacaktır. Dolayısıyla âyet-i kerîmede buyurulan:

“Zenginin malında fakirin hakkı vardır.” düstûrunu gönlümüzün şiarı edinmeli ve “sadaka taşlarından vakıflara” uzanan hayır yarışını devam ettirmeliyiz ki, iffetli muhtaçların haysiyetlerini koruyalım. Dünkü kâh vermek kâh almak için sadaka taşına uzanan ellerdeki samimiyeti ve ihlâsı muhafaza etmeliyiz... Gönlümüz bir sadaka taşı hâline gelmelidir. Muhtaç, bizlere bir tebessüm ve ana kucağı sıcaklığı hissederek yaklaşabilmelidir. Bizler de lutfen ve keremen «Rezzâk» olan Rabbimizin bir kulu olarak şükür secdesinde bulunmalıyız. Dünyevî ve uhrevî ölçümüz:

“İnsanların hayırlısı, insanlara faydası olandır.” beyanı ile,

“De ki: Rabbim, kullarından dilediğine rızkı yayar ve ona tekrar rızkı kısar. Siz Allâh için ne infak ederseniz, Allâh onun yerine başkasını verir. O rızk verenlerin en hayırlısıdır.” (Sebe: 39) âyet-i kerîmesidir.

Netice olarak gerek infak gerekse karz-ı hasen şeklinde yapılan güzel ibadet ve davranışlar, aslında Cenâb-ı Hakk’ın bizlere lutfeylediği nimetler sayesinde yapılabilmektedir. Yâni Allâh Teâlâ bizlere bahşettiği nimetler ile yapacağımız hayır ve hasenâtı bizden kendisine borç olarak telâkkî buyurmaktadır. Bir bakıma bu tecellî, Cenâb-ı Hakk’ın bizlere bahşettiği nîmetleri yine nîmetlerle taçlandırmasıdır.

Yâni hakîkatte sayısız nimetleri veren Allâh, onları alıp istifade eden kullardır. Buna göre de asıl borçlu olan taraf insan, alacaklı olan da Cenâb-ı Hak’tır.

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Göklerde ve yerde bulunanlar, her şeyi O’ndan isterler. Çünkü tüm varlıklarını O’na borçludurlar.”

Bu meyanda bilhassa insanoğlu, kendilerine verilen varlıkların en şereflisi olma sıfatı, daha sonra İslâm ve îmân nîmetine mazhariyet, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’e ümmet olma lutuf ve ikrâmına nâiliyyet ve daha sayılamayak nice ihsan ve ikrâmlar karşısında Cenâb-ı Hakk’a borçludur. Ayrıca her gönül, yaratılışının vesîlesi ve ebediyyet yollarında yegâne hidâyet rehberi olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’e borçludur. Onun zâhir ve bâtın insanlığa hediye ettiği ibâdet, muâmelât, davranış mükemmelliği ve güzellikleri yıldızlar misâli gönüllere yansıtan ashâb-ı kirâma ve bütün İslâm büyüklerine borçludur. Ana-babaya borçludur. Âilesine borçludur.

Bu borçların ödenmesi ise, Allâh -celle celâlühû-’nun ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in ahlâkı ile ahlâklanmak sûretiyle canlı bir Kur’ân olarak yaşamak ve sünnet-i seniyye iklîminde yeşeren bir gül olarak vuslat âlemine adım atmakla mümkündür. Ayrıca Allâh’a şükretmek de her kulun boynunun borcudur.

Bilmelidir ki Cenâb-ı Hakk’ın bu kadar sayısız nimet, lutuf ve ihsanına mukabil gönüller, şayet O’nun ve rızasının dışında kalan, yâni nefsânî ve fânî tuzaklarda ziyan edilirse insanlık şeref ve haysiyetini yitirmeye başlar. Bu şekilde ilâhî ölçülerin dışında yaşayarak gelip geçici güzellikleri gözlerinde büyütenler, daima aşağılara, düşkünlüklere râm olurlar. Bir bakıma özlerindeki ahsen-i takvîm sırrını unutarak kendilerinden çok daha aşağıda, daha fakir, daha muhtaç ve âciz varlıklardan borç isteyen zavallılar durumuna düşerler. Neticede farkında olamadıkları aslî cevherlerini helâk ederler. Böyle kimselerin hâline son derece şaşıran Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- şöyle buyurur:

“Bu ne şaşılacak şey? Güneş, bir zerreden borç ister mi? Zühre yıldızı küçücük bir küpten bâde diler mi?”

“Sen ne olduğu bilinmeyen bir ruhsun, vasıfları tam anlamıyla bilinmez bir cansın. Keyfiyet ve sıfatlar âlemine hapsedilmişsin. Sen bir güneşsin, bir ukdeye tutulup kalmışsın; yazık sana!.”

Bu beyitlerde Hazret-i Mevlana insanı, bir manevî güneşe benzetmektedir. Âlem de, o güneşin ışığı ile parlayarak yansıyan, titreşen zerreler gibidir. Dolayısıyla insanın Allâh’tan feyz almayı düşünmeden dünyada fanî zevkler peşinde koşması, neşe araması, bir bakıma güneşin zerreden borç istemesini temsil etmektedir. Güneş nasıl olur da zerreye muhtaç olur?

İnsan ruhu da, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ânî bir ifadeyle «Kudretimden bir sır üflediğim.» buyurduğu rabbanî bir nurdur. Fakat insanların çoğu ruhun yüceliğini, kıymetini bilmeyerek, onun hakîkatinden habersiz yaşarlar. Bunlar kendilerine bahşedilen azîz ve mukaddes nîmeti, o ilahî emaneti, maddî ve fânî zevklere feda ederek, sadece ten plânında yaşama sevdasındadırlar. Hiddetin, şehvetin, şöhretin, cismanî zevklerin girdabına düşmüşlerdir. Nefis gıdaların, eğlencelerin meftunu olmuşlardır. Sanki mana güneşi, semavî bir hadiseye uyarak “ukdei zenb” (=günah düğümü) ile bağlanmış, tutulmuş, ışığını saçamaz olmuştur. Bu durumda her kul:

Kendi mertebesini bilmeli! Allâh’ın lutfettiği sayısız nimetlerden, bilhassa “ahsen-i takvîm” (en güzel yaratılış) sırrından haberdar olmalı! Gelip geçici ve bir türlü tatmin edilemeyen zevklere esir düşmemeli! Neşeyi nefsânî arzularda ve fanî sevgililerde aramamalı! Her şeyi kendinde, kendi gönlünde aramalı!

Bunun için de, teşrîfi ile şereflendiğimiz Ramazan-ı Şerîf’i, o feyizli bir hayatın yaşandığı mübarek mükâfat ayını da müstesnâ bir nîmet ve ganîmet bilmeliyiz. Zîrâ sayısız nîmetlerle kadrini hatırlatan bu ayda fânî lezzetlerden vazgeçip bakî ve ruhânî lezzetlere nâil olmanın yanısıra, Hak Teâlâ’nın emir buyurduğu oruç nimetine kavuşulur.

Orucun bizlere verdiği diğer büyük bir lutuf da, acıma ve merhamet eğitimidir ki, yüreğimiz muhtaçlara uzansın, onların yanıbaşında olsun...

Oruçluda nefs engelinin tasallutundan kurtulan rûhun fetihleri başlar. Rûh nefs musîbetini bertaraf eder, ötesine geçer ve başka muzdarip rûhlara uzanır...

Hâsılı uzun bir gurbet ve derin bir yalnızlık yurduna doğru akıp gitmekteyiz. Orada güneşimiz îmân, dostlarımız enbiyâ ve sâlihler, saâdet bahçemiz amel-i sâlihler olmalıdır. O hâlde dünyâdan cebrî olarak çıkarılmadan evvel Rabbimizin lutfuyla îmân emniyeti ve irademizle ukbâ yolcuğuna çıkmalıyız...

Yâ Rabbî! Yüce zâtına verilen bir borç olarak kullarından istediğin infak ibadeti ve karz-ı hasen fazîleti hususunda gönüllerimize senin kerem deryandan sonsuz nasibler ihsân eyle! Bununla birlikte maddî ve mânevî üzerimizdeki bütün mesûliyetleri ve borçları edâ etmeyi hepimize müyesser kıl!

Yâ Rabbî! Senin güzel isimlerin hürmetine yetimlerin, muhtaçların, yalnızların sessiz çığlıklarını duyabilecek kulak ve hissedebilecek bir gönül ihsân buyur.


Âmîn!..


Osman Nuri Topbaş
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Yedi Başak

Yedi Başak

مَّثَلُ الَّذِينَ يُنفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ فِي سَبِيلِ اللّهِ كَمَثَلِ حَبَّةٍ أَنبَتَتْ سَبْعَ سَنَابِلَ فِي كُلِّ سُنبُلَةٍ مِّئَةُ حَبَّةٍ وَاللّهُ يُضَاعِفُ لِمَن يَشَاء وَاللّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ

Meselüllezine yünfikune emvalehüm fi sebilillahi ke meseli habbetin embetet seb'a senabihle fi külli sümbületim mietü habbeh, vallahü yüdaifü li mey yeşa', vallahü vasiun alim

Mallarını Allah yolunda infak edenlerin meseli bir tâne meseli gibidir ki yedi başak bitirmiş her başakta yüz tâne, Allah dilediğine daha da katlar, Allah vası'dır alîmdir


Dirilmenin sırrı ve hikmetin feyzi iledir ki, Mallarını Allah yolunda, din uğrunda gönüllerinden gelen kendi tercihleri ile ve tam bir hoşnutlukla harcayanların, yani gerek farz ve vacip, gerek nafile ve sırf sevap amacı ile (tatavvu') olsun, hayır ve iyi amellere mal harcayanların durumu ve kazancı öyle bir tanenin durumuna benzer ki, ekilmiş, yedi sünbül (başak) bitirmiş, Allah'ın hikmetiyle bir kökte çatallanarak yedi başak bitmesine sebeb olmuş, hem nasıl başaklar, her başakta yüzer tane var. Kısacası bire yedi yüz tutmuştur. Müminler bir taneyi bile küçük görmemeli, yok etmemeli ve Allah'tan hiçbir şeyi kıskanmamalıdır. Eğer bunu eken, elimde bir tanecik var toprağa atarsam bu da gidecek diye düşünürse ne kazanır? Hiç değil mi? Öyle ise, Allah'ın hikmet düzenine dikkat etmeli, harcayacakları şeyleri
 
Üst Alt