Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Dini Hikayeler txt

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
Biri İki Etmek


Allah dostlarından... Talebesi anlatıyor.

Bir sabah hazır olduğumuz yere teşrif edip, hatır sorarken, halimi arzedip:

- Efendim, benim şu kadar lira borcum var idi. Günü geldi sıkılıyorum. Üç gün izin verirseniz memlekete gidip öder gelirim, dedim.

- Biraz sabret, geceler gebedir, buyurdular.

Birkaç gün sonra, münasip lisanla tekrar hatırlatmak zarureti hasıl oldu. Zira memlekette, "borçtan kaçtı" sözleri de gelen haberler arasında idi.

Hz.Üstazın sözü yine evvelki gibi idi.

- Geceler gebedir.

Fakat bir gün sonra bana:

- Memlekette nerden vereceksin bu parayı? diye sual ettiler.

İşin en canlı noktası da burası.

- Efendim, babamdan kalma bir bağım var, üç bin lira eder. Onu satıp veririm, dediğimde Hz.Üstazın rengi birden değişti. mübarek gözleri buğulandı. Ve ... çu sözler döküldü:

- Biz kardeşlerimizin evini bağını satmak değil, birini iki etmekle mükellefiz.

İkinci gün ..... bir tüccar ağabeyimizden ödünç para alıp parayı bana verdiler. Sonra ödedim.
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
Biz de vaktiyle güzel yiyeceklerdik

Halîfe Hârûn Reşîd bir gün Behlül-i Dânâ ile sohbet ederken;

-Ey Behlül! Sana sarayımda bir oda ve hizmetçiler vereyim. Yeter ki bu eski elbiselerden kurtul. Yenilerini giy. İnsanlar arasına karış, dedi.
Bunun üzerine hazret-i Behlül;

-Müsâde ederseniz bir danışayım, dedi.

Halîfe;

-Kime danışacaksın, kimsen yok ki? diye cevap verdi.

Behlül de;

-Ben danışacağım yeri biliyorum, dedi ve oradan ayrıldı.
Hârûn Reşîd arkasından adamlar salıp danışacağı yeri öğrenmek istedi. Behlül gide gide şehir dışında bir mezbeleliğe gitti. Başını eğip bir şeyler dinlermiş gibi yaptı. Bir şeyler söylendi. Daha sonra oradan ayrıldı. Saraya yöneldi. Sultanın adamları ondan önce saraya dönüp hâdiseyi halîfeye bildirmişlerdi. Behlül huzûra girince, halîfe Hârûn Reşîd ona;

-Ey Behlül! Söyle bakalım vereceğin cevâbı, dedi.

Behlül;

-Danıştım efendim. Lâkin insanlar arasına karışmam mümkün değil, dedi.

Halîfe heybetle;

-Ey Behlül! Sen gidip çöplere danışmışsın, haberim oldu, dedi.

Behlül de;

-Doğru söylüyorsun ben de onlara danıştım. Onlar bana cevap verdiler ve;

-Ey Behlül! Biz de vaktiyle en güzel ve nefis yiyecekler idik. Bütün güzellikler bizde idi. Sevgi ve itibarımız çoktu. Ne zaman ki insanlar arasına karıştık. İşte bu hâle geldik. Çöpe atıldık. Sen de sakın insanların arasına karışma,dediler.

Bu sözlerdeki ince mânâları anlayan Hârûn Reşîd: "Haklısın." deyip düşüncelere daldı.
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
Biz Diriltiriz Biz


Ahmed-i Nâmıkî Câmî hazretleri, Herat'ta bulunduğu sırada bir gün Abdullah-i Ensârî'nin konağına dâvet ettiler. Ahmed Câmî'nin hizmetçisi, yola çıkmaları için ayakkabılarını önüne koydu. Ahmed Câmî hazretleri;

"Bir saat beklememiz îcâb ediyor. Bir iş var." buyurdu. Beklediler. Bir saat sonra, bir Türkmen, hanımı ve yanlarında 12 yaşlarındaki oğulları ile geldiler.

Çocuğun babası;

"Efendim! Allahü teâlâ bize çok mal verdi. Bundan başka çocuğumuz yoktur. Bu da âmâ olup gözleri görmemektedir. Her tarafı gezdirdik. Gitmediğimiz yer, varmadığımız doktor kalmadı. Fakat hiçbirisi çare bulamadı. Biz, siz Allahü teâlâya her ne duâ ederseniz cenâb-ı Hakkın lutfedip kabûl ettiğini biliyoruz. Eğer, çocuğumuzun göz nûruna kavuşması için duâ ederseniz çok bahtiyar oluruz. Tek gözleri açılsın, îcâb ederse bütün malımızı fedâ etmeye hazırız. İhsân ederseniz, lutfederseniz çok seviniriz. Eğer bu arzumuz yerine gelmezse, üzüntümüzden mahvoluruz." dedi.

Ahmed Câmî hazretleri bu sözleri dinledikten sonra;

"Nasıl olur? Ölüleri diriltmek, cild hastasını iyi etmek Îsâ aleyhisselâmın mûcizesi idi. Bu hâlde Ahmed kim olur ki, bu hastalığın tedâvisini benden istiyorsunuz?" buyurdu. Sonra ayağa kalkıp yürümeye başladı. Biraz sonra;

"Biz ederiz biz." dedi. Orada bulunan herkes bu sözü işittiler. Fakat bir şey anlayamadılar. Bundan sonra hemen geri dönüp bir yere oturdu ve;

"O çocukcağızı bana getirin." buyurdu. Getirdiler. İki mübârek başparmağını çocuğun iki gözüne sürüp;

"Azîz ve celîl olan Allahü teâlânın izni ile açılın." buyurunca, çocuğun gözleri görür oldu. Bundan sonra orada bulunan ileri gelenler dediler ki:

"Efendim, birinci defâ, ölüleri diriltmek ve cild hastalarını iyi etmek mûcizesi Îsâ aleyhisselâma âittir. Kendiniz için, bu yolda Ahmed kim olur ki? dediniz. Daha sonra da, biz ederiz biz, dediniz. Bu iki sözünüz arasındaki irtibâtı anlayamadık. İzâh buyurur musunuz?"

Bunun üzerine Ahmed Câmî hazretleri;

"Evvelki söz kendime âitti. Bundan başkasını diyemezdim. Ama sonradan bana şöyle ilhâm ettiler: Ey Ahmed! Ölüleri, Îsâ aleyhisselâm mı diriltti? Dilsizleri ve cild hastalarını o mu iyi etti? Biz ederiz biz. Geri dön. O çocuğun gözlerinin açılması için seni sebep kıldık. Bu söz kalbime öyle ilhâm olundu ki, ağzımdan da çıkıverdi. O söz ve fiillerin hepsi Allahü teâlâdan idi. Ahmed'i (beni) sâdece vâsıta kıldı." buyurdular.
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
Bizi Tanımaz Oldun

Bir Ramazân-ı şerîf ayında türbesinin inşâsı sırasında bu işle meşgul olanlar, oruç olmaları sebebiyle kabri yanında ona karşı lâzım olan edebi tam gösterememişlerdi. Türbe inşâsında çalışan ustalar edebe uymayan şekilde ayaklarını uzatarak oturmuşlardı. Yine bir defâsında kabri yanında böyle ayaklarını uzatıp oturdukları sırada, Sâfî Efendinin rûhâniyeti kendi sûretinde gözüktü. Ayaklarını uzatıp oturanlara tebessüm edip, aralarından İbrâhim adındaki kimseye;

"İbrâhim Bey! Artık sen büyüdün bizi tanımaz oldun." dedi.

Hemen yerinden fırlayıp;

"Aman efendim ben kimim ki sizi saymayayım." diyerek, ağladı. Çok gözyaşı döktü. Sonra ayaklarına kapanıp affetmesini istedi. O böyle ağlayıp yalvararak affetmesini isteyince onu affetti. Kendinden öyle geçmişti ki, affedilince kendini toparlayabildi. Artık bu hâdiseden sonra türbenin yanına yaklaşırken tâ uzaktan ayakta durarak edep gösterirdi.

Bu menkıbeyi yazan müellif şöyle demektedir: Bunu anlatmaktan maksadım nefsin terbiyesi içindir. Allahü teâlânın sevgili kulu olan bir mürşid-i kâmil, yetişmiş ve yetiştirebilen bir rehber, mahâretli, mesleğinde mütehassıs bir doktor gibidir. Talebesinin ıslahı ve yetişmeleri için ne lâzım olursa, ona göre muâmele eder. Kimisine sert muâmele eder. Çünkü iltifat ona zararlıdır. Bâzısına da yumuşak muâmele eder. Her talebe meşrebine, yapısına, huyuna göre terbiye edilir. Eğer bunun tersi yapılırsa, rehber ne kadar mâhir olursa olsun talebe onu herhangi bir sûretle inkâra kalkışır. Buna gücü yetmezse istikâmetine zarar verir. Güneş her meyveye ve bitkiye yapısına göre parlar. Meyve tatlı ise tadını, acı ise acılığını artırır. Mürşid-i kâmiller de talebenin meşrebine, hâline bakıp ona göre yetiştirirler.
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
Bizzat Şeytan Uğraşıyor


Bir Ramazan günü Abdulkadir Geylani Hazretleri dostları bir çölden geçiyorlardı. Hava oldukça sıcaktı. Tuttukları oruçtan dolayı açlık onların takatini kesmiş ve onları halsiz bırakmıştı. Buna rağmen, yollarına devam ediyorlardı. Bu sırada karşılarında bir ışık belirdi ve onlara şöyle seslendi:

-Ben sizin rabbinizim Ramazan'da yemek içmek size haramdır. Ama şimdi size helal kıldım. Yiyiniz içiniz.

Bu ilginç durum karşısında heyecana kapılan bazıları, hemen su kaplarına ve yiyeceğe el attılar. Tam bu sırada Abdulkadir Geylani hazretleri dostlarını uyardı:

-Sakın oruçlarınızı açmayın!

Sonra sesin geldiği tarafa dönüp:

- "Euzu billahi mine'ş-şeytani'r-racim. Euzu billahimine şerri zalike" kovulmuş şeytandan Allaha sığınırım.

Bu görünen şeyin zararından Allaha sığınırım, der demez nur görünen şey bir anda kapkara kesildi! Şeytan kendisini süslü göstererek onları aldatmaya yeltenmiş ama oyunu çabucak ortaya çıkmıştı.
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
Böceğin Rızkı


Hazret-i Süleymân (a.s.) bir gün, deniz kenârında oturmuşlar idi. Bir karıncanın geldiğini gördü. Ağzında bir yeşil yaprak tutardı. Deniz kenârına ulaşdı. Sudan bir kurbağa çıkdı. O yaprağı karıncadan alıp, denize döndü. Karınca geri döndü.

Karıncadan sordular ki,

- Bunun hikmeti nedir.

Karınca cevâb verdi ki,

-Bu deryânın ortasında, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri bir taş halk etmişdir. O taşın içinde bir böcek halk etmişdir. Beni onun rızkına sebeb etmişdir. Ben her gün o nesneyi, ona yetecek kadar rızkı getiririm. Deniz kenârına ulaşdırırım. Allahü teâlâ hazretlerinin, kurbağa sûretinde yaratdığı bir meleği o rızkı benden alır, o böceğe verir. O böcek, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin kudreti ile, fasîh dil ile söyler ki;

-Sübhânallah ki, beni halk etdi, deniz ortasında ve taş arasında bana mekân verdi. Benim rızkımı unutmadı. İlâhî, ümmet-i Muhammedi ümîdsiz etme!
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
Boyayı mı beğenemedin, yoksa boyacıyı mı?


Hep hikmetli konuşan Lokman Hekim’in derisi siyah, dudakları da kalınmış. Değerli sözlerini duyarak hayranı olan biri bir gün bakmış ki hayalinde büyüttüğü Lokman, siyah yüzlü, kalın dudaklı biri. Şaşkınlıkla yüzüne bakarken Lokman Hekim, adamın içinden geçenleri sezmiş olacak ki, şöyle çıkışmış:

– Birader, neden öyle şaşkın bakıyorsun? Boyayı mı beğenemedin, yoksa boyacıyı mı?

Sonra da ilave etmiş.

– Bak, demiş, benim ne yüzümün siyahlığında, ne de dudaklarımın kalınlığında bir tesirim vardır. Onları Yaratan öyle yaratmış, öylesine uygun görmüş. Benim tercihim değil...

Evet, insanların yüz güzelliği, yahut da çirkinliğiyle kendilerine bir pay çıkarmaları son derece yanlıştır. Ne güzellikte bir etkisi vardır, ne de çirkinlikte. Her ikisini de yaratan ve layık gören Allâh-ü azimüşşandır. İnsan kendi iradesiyle kazandığından sorumludur.
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
Boynumu Eğmiş, Beklirem


Değerli mimar arkadaşımız Hilmi Şenalp, Türkmenistan'ın başşehri Aşkabat'ta selatin bir cami inşa etmiştir. “Selatin” kelimesi, "sultanlar' demek olduğu halde bir cami-i şerif hakkında bu kelimenin kullanılması, o cami-i şerifin sultanlara yakışır şekilde azametli olduğunu ifâde eder. Osmanlı'da çifte minareli cami yapmak -bir an'ane olarak- padişahlara bırakılmış, ondan maaqa kimseler büyük bir cami yaptırsalar bile ona tek minare ikame ederlerdi. Osmanlı tarihinde en zengin bir sadrazam olarak ün yapmış bulunan hırvat asıllı Rüstem Paşa bile Eminönü'nde çinileriyle dünyaca ünlü camie çifte minare yapmamıştır. Lakin o devlet tarihe karıştıktan sonra bu an'ane unutulmuş; şahıslar ve dernekler de çifte minare yaptırır olmuşlardır.

Eski mimarının bütün hususiyetlerini akıllara durgunluk verecek bir liyakatle bilen ve bunu inşa ettiği camilerde gerçek*leştirmeye muvaffak olan değerli mimar Hilmi Şenalp Japonya'nın başşehri Tokyo'da inşa ettiği cami-i şerifle mimarı tarihimizde haklı yerini almış bulunmaktadır. Onun Aşkabat'ta inşa ettiği klasik Osmanlı mimarı tarzındaki selatin ünvanına layık cami-i ,şerif de çifte minarelidir. Bu cami-i şerifin inşaatı devam ederken bir gün Aşkabat'ta mesaı arkadaşlarından bir grupla caddede yürüyorlarmış. Önlerine şab-r emred (sakalı çıkmamış bir delikanlı) Türkmenistanlı bir genç çıkmış ve:

"-Bir dakika beyler! Siz Türkiye'den gelmiş olmalısınız, öyle değil mi?"

Hilmi bey ve arkadaşları:

"Evet!" cevabını verince Türkmenistanlı genç: "-Size bir sual sorabilirem mi?" demiş. Onlar da: "-Buyur, sor!" demişler.

Türkmenistanlı genç:

"-Türkiye'de hatun kişiler başlarını örtirler mi?" demiş. Muhatabları:

"-Evet." Cevabını verince ilave etmiş: "-Bacaklarını örtirler mi?"

Buna da "Evet." karşılığını alınca:

"-Kusura bakman, beyler!ı'. Zannımca siz doğru söylemirsinizl.. Men (ben) tilifisyon seyredirem. Sizin rus*laştığınızı görürem."

ihtimal bu Türkmenistanlı genç "ruslaşmışsıız' sözüyle, "batılılaşmış olmayı” kasdediyordu. Kendi memleketinin şartIarına göre böyle söylüyordu. Sonra ilave etmiş:

"-Halinize bakırem, size müslüman demekte zorlanırem. Hiç güven duymirem. Lâkin düşünürem ki. Cenab-ı Allah birine ruhsat fırsat verip de "Mukaddes Emanetler"i elinizden .aldırmadı. Onları sizde kodi. Bunu düşününce sizin bir gün yeniden adam olacağınıza ihtimal verirem. Lakin ne zaman, bilemirem? Boynumu eğmiş beklirem!.." demiş.

Muhatabları bu arifane cevab karşısında söyleyecek söz bulamamış ve delikanlıyla kucaklaşarak:

"-Ümidin boşuna değildir, kardeş! Milletimizin Allah yolunda sebkat etmiş olan hizmetleri bereketine çok geçmeden umduğun güzel günlere şahid olacaksın. Cenab-ı Allah neye kaadir değil! Bak işte Rusya topsuz-tüfeksiz yıkıldı. Bugünkü hal, adetullah icabıdır. Kainatta kahır ve lütuf bir arada mevcud olup onlar arasında bir galebe nöbetleşmesi vardır. Şu senin gönlündeki güzel ümid o güzel günlere aid mümin ferasetiyle bir sezişten ibarettir. Me'yus olma!" demişler.

Not: . Gayr-i islamı sayısız tatbikattan ruhları bunalarak ümidsizliğe düşen müminlere ithaf olunur.
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
Bu Akşam Hindistan'da


Hz. Süleyman'ın sarayına kuşluk vakti saf bir adam telaşla girer. Nöbetçilere, hayati bir mesele için Hz. Süleyman'la görüşeceğini söyler ve hemen huzura alınır. Hz. Süleyman (a.s) benzi sararmış, korkudan titreyen adama sorar:

- Hayrola ne var? Neden böyle korku içindesin? Derdin nedir? Söyle bana...

Adam telaş içinde:

- Bu sabah karşıma Azrail (a.s) çıktı. Bana hışımla baktı ve hemen uzaklaştı. Anladım ki, benim canımı almaya kararlı..

- Peki ne yapmamı istiyorsun?

Adam yalvarır:

- Ey canlar koruyucusu, mazlumlar sığınağı Süleyman! Sen her şeye muktedirsin. Kurt, kuş, dağ, taş senin emrinde. Rüzgarına emret de beni buradan ta Hindistan'a iletsin. O zaman Azrail (a.s) belki beni bulamaz. Böylece canımı kurtarmış olurum. Medet senden!

Hz. Süleyman, adamın haline acır. Rüzgarı çağırır ve:

- Bu adamı hemen al. Hindistan'a bırak!" emrini verir. Rüzgar bu... Bir eser, bir kükrer. Adamı alır ve bir anda Hindistan'da uzak bir adaya götürür.
Öğleye doğru Hz. Süleyman, divanı toplayarak gelenlerle görüşmeye başlar. Bir de ne görsün, Azrail (a.s.) da topluluğun içine karışmış, divanda oturmaktadır. Hemen yanına çağırır:

- Ey Azrail! Bugün kuşluk vakti o adama neden hışımla baktın? Neden o zavallıyı korkuttun?" der.

Azrail (a.s) cevap verir:

- Ey dünyanın ulu sultanı! Ben, o adama öfkeyle,hışımla bakmadım. Hayretle baktım. O yanlış anladı. Vehme kapıldı. Onu, burada görünce şaşırdım. Çünkü Allah (cc) bana emretmişti ki:

- "Haydi git, bu akşam o adamın canını Hindistan'da al!" Ben de bu adamın yüz kanadı olsa, bu akşam Hindistan'da olamaz. Bu nasıl iştir, diye hayretlere düştüm. İşte ona bakışımın sebebi bu idi.

Osman Nuri, Mesnevi Bahçesinden Bir Testi Su
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
Bu da Geçer Ya Hû!


Dervişin biri, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye ulaşır. Karşısına çıkanlara kendisine yardım edecek,yemek ve yatak verecek biri olup olmadığını sorar. Köylüler kendilerinin de fakir olduklarını,evlerinin küçük olduğunu söyler ve Şakir diye birinin çiftliğini tarif edip oraya gitmesini tavsiye ederler.

Derviş yola koyulur,birkaç köylüye daha rastlar.Onların anlattıklarından Şakirin bölgenin en zengin kişilerinden biri olduğunu anlar. Bölgedeki ikinci zengin ise Haddad adında başka bir çiftlik sahibidir.

Derviş Şakir’in çiftliğine varır. Çok iyi karşılanır,iyi misafir edilir,yer içer, dinlenir.Şakir de aileside hem misafirperver hem de gönlü geniş insanlardır…

Yola koyulma zamanı gelip Derviş, Şakir’e teşekkür ederken, “Böyle zengin olduğun için hep şükr et.”der. Şakir ise şöyle cevap verir: “Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen görünen gerçeğin ta kendisi değildir. Bu da geçer…”

Derviş Şakir’in çiftliğinden ayrıldıktan sonra bu söz üzerine uzun uzun düşünür. Bir kaç yıl sonra dervişin yolu yine aynı bölgeye düşer.Şakir’i hatırlar,bir uğramaya karar verir. Yolda rastladığı köylüler ile sohbet ederken Şakir den söz eder. “Haa o Şakir’mi” der köylüler, “O iyice fakirledi,şimdi Haddad’ın yanında çalışıyor.”

Derviş hemen Haddad’ın çiftliğine gider,Şakir’i bulur.Eski dostu yaşlanmıştır,üzerinde eski püskü giysiler vardır.Üç yıl önceki bir sel felaketinde bütün sığırları telef olmuş,evi yıkılmıştır.Toprakları da işlenemez hale geldiği için tek çare olarak selden hiç zarar görmemiş ve biraz daha zenginleşmiş olan Haddad’ın yanında çalışmak kalmıştır.Şakir ve ailesi üç yıldır Haddad’ın hizmetkarıdır.

Şakir bu kez Derviş’i son derece mutevazi olan evinde misafir eder.Kıt kanaat yemeğini onunla paylaşır…Derviş vedalaşırken Şakir’e olup bitenlerden ötürü ne kadar üzgün olduğunu söyler ve Şakir’den şu cevabı alır: Üzülme…Unutma,bu da geçer…”

Derviş gezmeye devam eder ve yedi yıl sonra yolu yine o bölgeye düşer.Şaşkınlık içinde olup biteni öğrenir.Haddad birkaç yıl önce ölmüş,ailesi olmadığı içinde bütün varını yoğunu en sadık hizmetkarı ve eski dostu Şakir’e bırakmıştır.Şakir Haddad’ın konağında oturmaktadır,kocaman arazileri ve binlerce sığırı ile yine yörenin en zengin insanıdır.

Derviş eski dostunu iyi gördüğü için ne kadar sevindiğini söyler ve yine aynı cevabı alır: “Bu da geçer…”

Bir zaman sonra Derviş yine Şakir’i arar. Ona bir tepeyi işaret ederler. Tepede Şakir’in mezarı vardır ve taşında şu yazılıdır: “Bu da geçer…”

Derviş, “ölümün nesi geçecek?” diye düşünür ve gider. Ertesi yıl Şakir’in mezarını ziyaret etmek için geri döner; ama ortada ne tepe vardır nede mezar.Büyük bir sel gelmiş,tepeyi önüne katmış,Şakir’den geriye bir iz dahi kalmamıştır…

O aralar ülkenin sultanı,kendisi için çok değişik bir yüzük yapılmasını ister. Öyle bir yüzük ki ,mutsuz olduğunda umudunu tazelesin,mutlu olduğunda ise kendisini mutluluğun tembelliğine kaptırmaması gerektiğini hatırlatsın…Hiç kimse Sultanı tatmin edecek böyle bir yüzük yapamaz.Sultanın adamları da bilge Derviş’i bulup yardım isterler.Derviş, Sultanın kuyumcusuna hitaben bir mektup yazıp verir.Kısa bir süre sonra yüzük Sultan’a sunulur.Sultan önce bir şey anlamaz; çünkü son derece sade bir yüzüktür bu. Sonra üzerindeki yazıya gözü takılır, biraz düşünür ve yüzüne büyük bir mutluluk ışığı yayılır: “Bu da geçer” yazmaktadır.

‘Buda geçer Ya Hû’ sözünün aslı bundan bin küsür sene önceye , Bizans dönemine uzanır. Bizanslılar fena bir işe uğradıkları zaman ‘Buda geçer’ manasına gelen ‘k’afto ta perasi’ demektedirler. İbare Selçuklular zamanında İran taraflarına geçer; ama Farsçalaşıp ‘in niz beguzered’ olur. Osmanlılar devrinde Türkçe söylenip ‘bu da geçer’ yapılır. Derken tekkelerde ve dergâhlardada benimsenir ve sonuna ‘Ya Allah’ manasına gelen bir ‘Ya Hû’ ilave edilip ‘BU DA GEÇER YA Hے haline gelir…

Hayat inişli çıkışlıdır.Her zaman bulunduğumuz durumun gelip geçici olabileceği aklımızdan çıkmamalıdır.
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
Bu Kadın Defnedilemez


Ebu Hanife’nin meclisine gelen biri şöyle bir suâl sordu:

– Hamile bir kadın doğum sırasında vefat etti. Onu yıkamak üzere tahtanın üzerine koyduklarında karnındaki çocuğun yaşadığı anlaşıldı. Bu kadın böylece defnedilecek mi, yoksa bekletilecek mi? Kadın şu anda yıkama tahtası üzerinde beklemektedir. Mecliste hazır bulunanlar birbirlerine bakıştılar. Bazıları:

– Bu kadın defnedilemez. Ancak bekletilir. Ola ki bekleme sırasında çocuk dünyaya gele, dediler.

Bazıları da:

– Cenaze bekletilmez. Efendimizin hadisi vardır, cenazenizi bir an önce toprağa verin, buyurdu, dediler. Böyle söylenmesine rağmen yine de gözler Ebu Hanife Hazretleri’ndeydi. O, söylenenleri dikkatle dinledikten sonra fikrini açıkladı:

– Bu cenaze, ne defnedilir, ne de çocuğun doğması için bekletilir?

Dinleyenler şaşırdılar.

– Ne yapılır öyleyse? Geride başka ihtimal mi var sanki?

Evet, Hazret-i İmam’a göre asıl ihtimal geridedir ve olması gerekeni şöyle dile getirmiştir:

– Bu hamile kadının karnı ameliyatla açılır, çocuğu alınır, sonra defnedilir!

Dinleyenler hep birden bu görüşe iştirak ettiler. Doktor geldi. Hamile kadının karnı yarılıp çocuk sağ olarak çıkarıldı. Sonra defnedildi, çocuk bakıma alındı.

Daha sonra ne oldu biliyor musunuz? Bu çocuk büyüdü, sıhhatli ve akıllı bir çocuk olup, Ebu Hanife’nin ilminden, irşadından istifade etti. Ebu Hanife’nin gösterdiği fıkhî çare ile hayata gelişinden dolayı halk ona Ebu Hanife’nin oğlu adını takmıştı.
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
Buğday Satıcısı


Adamın biri satmak için pazara buğday götürmüş. Akşam olmuş, pazar toplanmaya başlamış. Herkes malını satıp savmış. Bu adamın malına müşteri çıkmamış. Çıkan da pazarlıkta uyuş*mamış. Adam koca çuvalı geri getirmenin sıkıntısıyla düşünürken meşayıhten birinin yolu pazara uğramış:

O zat sormuş:

-Ne o evladım malını satamadın mı? Bak pazar toplanıyor.

Adamcağız boynu bükük:

-Müşteri çıkmadı, Efendi Hazretleri! demiş.

Şeyh efendi yerden avuç avuç kum alıp buğdaya karıştır*maya başlamış ve:

- Şimdi çıkar evlad! demiş.

Adam şeyhin bu hareketine itiraza yel*tenecekmiş ki; hemen yanı başında beliren müşteri mala talip olmuş.

Tebessümle oradan ayrılmak üzere olan şeyhin eteğine yapışıp:

-Bu ne haldir Efendi Hazretleri!" diyen buğdaycıya şeyh şu cevabı vermiş:

-Sus! Para, layık olduğu mala gider.

 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
Cafer-i Sadık ile Rafizi
Kûfede bir râfizî var idi. Adı Abdülmecîd bin Abdülgaffâr idi. Ca'fer-i Sâdık (k.s) hazretlerinin hûzuruna vardı ve. aralarında şu konuşma geçti
- Esselâmü aleyke yâ Resûlullahın torunu. Resûlullah (s.a.v) hazretlerinden sonra en üstün olan kimdir?

- Ebû Bekr-i Sıddîkdır (r.a).

- Böyle olduğunu nereden biliyorsun.

- Hak sübhânehü ve teâlâ hazretleri ona, Resûlullahdan sonra, ikinci buyurdu. Üçüncüleri Allahü teâlâ olan iki kişiden, ikincisi olmak kadar şeref olamaz

- Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh', Resûlullah (s.a.v) hazretlerinin döşeğinde, kâfirlerden korkmadan yatmadı mı?

- Ebû Bekr-i Sıddîk, Resûlullah hazretleri ile mağaraya girmedi mi?

- Eğer korkmasa idi, girmezdi. Allahü teâlâ Resûlullaha haber verdi ki, Ebû Bekre korkma, dedi.

- Onun korkusu, ondan idi ki, kâfirler onların nerede olduğu hakkında bir haber duyup, gelirler. Resûl-i ekremi üzerler. Görmezmisiniz Ebû Bekr-i Sıddîk, kendi ayağını, mağarada bir deliğe koydu. Hattâ yılan onu kaç def'a ısırdı. O acıya katlandı. Ayağını kaldırmadı. Resûlullahı uyandırmamak için, hiç ses de çıkarmadı. Kendinden korksaydı, zehrlenerek, cânını Resûle fedâ etmezdi.

- Mâide sûresinde, (Rükû'da iken sadaka verirler) meâlindeki 58.âyet-i kerîme ile medh olunan Alîdir.

- Bu âyetden önce, bir âyet-i kerîme vardır ki tahsîs rakamı ondan ziyâdedir. O Sıddîk şânındadır. (Allahü teâlâ, mürtedler ile cihâd eden bir kavm getirir. Allahü teâlâ bunları sever) meâlindeki âyet-i kerîme, Ebû Bekr Sıddîk içindir ve dahâ çok yükseltmekdedir. Resûlullah (s.a.v) hazretlerinin, öbür âleme göçmelerinden sonra, arablar, dedi ki, biz nemâz kılarız. Ammâ zekât vermeyiz. Ebû Bekr (r.a) buyurdu ki, Resûlullah hazretlerine edâ etdikleri zekât malından bir deve dizinin bağını vermeseler ve ondan eksik verseler, ben onlar ile toprak ve kum sayısınca olsalar da muhârebe ederim.

- Yâ Ca'fer. Hazret-i Alînin şânı için, meâl-i şerîfi, (Mallarını, gece-gündüz, gizli ve gözönünde verenler) olan Bekara sûresinin 274.âyeti gelmemiş mi?

- (Sûre-i Velleyl), Ebû Bekr-i Sıddîkın şânında nâzil olmuşdur. Şânını çok yükseltmekdedir. Zîrâ Ebû Bekr-i Sıddîk kırkbin altın verdi. Kendisine bırakmadı. Bir kilime sarındı. Cebrâîl aleyhisselâm geldi ve dedi ki, Allahü teâlâ buyurdu ki, ben Ebû Bekrden râzıyım. O benden râzı mıdır? Ebû Bekr-i Sıddîk, ben Allahü teâlâdan râzıyım, râzıyım, râzıyım, dedi.

- Meâli şerîfi (Hâcılara su vermeği ve Mescid-i Harâmı binâ etmeği, îmân etmekle ve Allah yolunda cihâd etmekle bir mi tutuyorsunuz. Hâyır, böyle değildir) olan Tevbe sûresinin 20.âyet-i kerîmesi hazret-i Alînin şânını bildirmek için nâzil olmadı mı?

- Meâl-i şerîfi (Mekkenin fethinden önce, sadaka verip, cihâd eden ile, fethden sonra veren ve cihâd eden bir değildir. Önce olanın derecesi dahâ yüksekdir) olan Hadîd sûresinin 10.âyet-i kerîmesi ile Ebû Bekr-i Sıddîk medh olunuyor. Ebû Bekrin muhârebe etmesi önce idi ki, Ebû Cehl, Resûlullah hazretlerine vurmak istedi. Ebû Bekr-i Sıddîk, Ebû Cehle mâni' oldu.

- Alî, hiç kâfir olmadı.

- Öyledir, lâkin, Allahü tebâreke ve teâlâ hiç kimsenin, îmânını, Ebû Bekrin îmânı gibi medh etmedi. Meâl-i şerîfi (Muhâcir ve Ensârın önce gelenlerinden Allahü teâlâ râzıdır. Onlara Cennetde sonsuz ni'metler vardır) olan Tevbe sûresi 31. âyetinde ve meâl-i şerîfi (Doğru haber ile gelen ve Ona inanan için Cennetde istedikleri herşey vardır) olan Zümer sûresi 33. âyetinde, Allahü teâlâ, Ebû Bekr-i Sıddîkın 'radıyallahü teâlâ anh' îmânını medh etmekdedir. Her ne vakt ki, Resûlullah (s.a.v) vahy ile bir haber verse idi, kureyş, yalan söylüyorsun derdi. Ebû Bekr-i Sıddîk hemen yetişip, doğru söylüyorsun yâ Resûlallah, derdi.

- Meâl-i şerîfi (Uhud gazâsında, şeytâna uyup, dağılanlar) olan İmrân sûresi 155.âyetinde, Allahü teâlâ şikâyet etmiyor mu?

- Âyet-i kerîmenin sonunu oku. Meâlen (Onların bu kusûrlarını afv etdim) buyuruyor.

- Hazret-i Alînin dostluğu farzdır. Kur'ân-ı azîmüşşânda, Şûrâ sûresinde, 23.âyetinde meâlen (Size islâmiyyeti bildirdiğim ve Cenneti müjdelediğim için, bir karşılık beklemiyorum. Yalnız yakınım olanları seviniz) buyuruldu ki, bunlar, Alî, Fâtıma, Hasen ve Hüseyindir.

- Ebû Bekre 'radıyallahü teâlâ anh' düâ etmek ve Onu sevmek farzdır. Allahü teâlâ, Haşr sûresinde 10.âyetinde meâlen (Muhâcirlerden ve Ensârdan sonra, kıyâmete kadar gelen mü'minler, yâ Rabbî! Bizi afv et ve bizden önce gelen din kardeşlerimizi afv et derler) buyuruyor. Hüseynî tefsîrinde diyor ki; (Âlimler buyurdu ki, Eshâb-ı kirâmdan 'radıyallahü teâlâ anhüm ecma'în' birini sevmiyen kimse, bu âyetde bildirilen mü'minlerden olmaz. Bu düâdan mahrûm olur).

- Resûlullah (s.a.v) (Hasen ve Hüseyn, Cennet gençlerinin üstünüdür. Babaları dahâ üstündür) buyurmadı mı?

- Ebû Bekr-i Sıddîk hakkında bundan iyisini buyurdu. Babam Muhammed Bâkırdan işitdim. Ceddim İmâm-ı Alî 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu ki, Resûlullahın (s.a.v) huzûrunda idim. Başka kimse yok idi. Ebû Bekr ile Ömer 'radıyallahü teâlâ anhüm ecma'în' geldi. Server-i âlem ve Seyyid-i veledi âdem (s.a.v): (Yâ Alî! Bu ikisi, Peygamberlerden başka, Cennet erkeklerinin en üstünüdür.)

- Yâ Ca'fer! Âişe mi üstündür. Fâtıma mı üstündür?

- Âişe (r.a) Resûlullah hazretlerinin zevcesi idi. Onunla berâber olur. Fâtıma (r.a) hazret-i Alînin zevcesi idi. Onunla berâber olur. Allahü teâlâ hazretlerinin gadabı ve la'neti o râfizî ve mübtedi' üzerine olsun ki, Resûlullah (s.a.v) hazretlerinin, mü'minlerin annesi olan ezvâc-ı tâhirâtına (rıdvânullahi teâlâ aleyhinnâ ecma'în) ta'n eyler.
- Âişe Alî ile muhârebe etdi. Cennete girer mi?

- Allahü teâlâ Ahzâb sûresi, 53.ayetinde meâlen; (Resûlullahı incitmeyiniz. Ondan sonra, zevcelerini nikâh ile hiç almayınız. Bunların ikisi de büyük günâhdır.) buyuruyor. Beydâvî ve Hüseynî tefsîrlerinde diyor ki, bu âyet-i kerîme gösteriyor ki, Resûlullah (s.a.v) vefât etdikden sonra da, ona saygı göstermek için, zevcelerine saygı lâzımdır.

- Ebû Bekrin hilâfetini, Kur'ân-ı azîmüşşânda bana göstermeğe kâdir misin?

- Gösteririm. Hem Kur'ân-ı kerîmde, hem Tevrâtda ve hem de İncîlde gösterebilirim. Kur'ân-ı kerîmde olan şudur: En'âm sûresi 165.âyetinde meâlen; (Allahü teâlâ sizi yeryüzünde halîfe yapdı) buyuruldu. Nûr sûresi 55.âyetinde meâlen; (Îmân eden ve emrlerimi yapanlarınızı, yeryüzüne hâkim kılacağımı söz veriyorum. İsrâîloğullarını halîfe yapdığım gibi, sizi de birbiriniz ardı-sıra halîfe yapacağım) buyuruldu. Beydâvî ve Hüseynî diyor ki, bu âyet-i kerîme gaybdan haber verip, Kur'ân-ı kerîmin, Allahü teâlânın kelâmı olduğunu ve dört halîfesinin 'radıyallahü teâlâ anhüm ecma'în' meşrû; haklı olduğunu göstermekdedir.

Tevrâtda ve İncîlde, Feth sûresinin son âyetinde meâlen, (Resûlullah ve onunla birlikde olanlar, birbirlerini her zemân ve çok severler ve her zemân kâfirlere düşmân olurlar!) bütün Eshâb bildirilmekde ve Ebû Bekrin şerefine işâret edilmekdedir. Bu âyetin sonunda meâlen, (Eshâbının misâlleri Tevrâtda ve İncîlde bildirildi) buyuruyor. Babam, ceddim Alî bin Ebî Tâlibden (r.a) ve onun da Resûlullah hazretlerinden bildirdiği hadîs-i şerîfde,

(Allahü teâlâ, hiçbir Peygamberine vermediği kerâmetleri bana verir. Kıyâmetde mezârdan önce kalkarım. Allahü teâlâ dört halîfeni çağır, buyurur. Onlar kimdir, yâ Rabbî, derim. Ebû Bekrdir, buyurur. Yer yarılıp, herkesden önce Ebû Bekr mezârdan çıkar. Sonra Ömer, sonra Osmân, sonra Alî kalkar) buyuruldu. Peygamberimiz (s.a.v) buyurdu: Ben yer şak olup, dışarı gelenlerin evveli olurum. Allahü teâlâ bana kerâmetlerden verir. O nesne ki benden önce Nebîlerin bir ferdine vermemişdir. Sonra Allahü teâlâ buyurur. Yâ Muhammed, yakın getir o halîfeleri ki, senden sonra geldiler. Ben dedim, onlar kimlerdir. Buyurur, Ebû Bekr-i Sıddîk. Benden sonra yer şak olup, Ebû Bekr kabrden dışarı gelenlerin evveli olur. İki hulle giydirirler. Tâ gelip, Arş önünde durur. Ve hesâbın az görürler. Ve arş önünde ayak üzerine dururlar. Ondan bir münâdî seslenir; Ömer bin Hattâb 'radıyallahü teâlâ anh' nerededir. Onu getirirler. Cerâhetden kan revân olduğu hâlde gelir. Diye ki, yâ Ömer, bunu sana kim etmişdir. Mugîre bin Şûbenin kölesi yapmışdır, der. Ona da buyururlar. Arş önünde durur. Hesâbını görürler. İki yeşil hulle giydirirler. Sonra Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerini getirirler. Damarlarından kan revân olduğu hâlde gelir. Derler ki, bunu sana kim yapdı. Der ki, filân yapdı. Arş önünde durmasını buyururlar. Hesâbı da kolay olur. İki yeşil hulle giydirirler.

- Yâ Ca'fer, bunlar Kur'ân-ı azîmde var mıdır.

- Evet, okumadın mı, Allahü teâlâ onlardan haber verdi. (Peygamberler ve bunların şâhidleri, hesâb için getirilir!) buyuruldu. [Zümer sûresi 69.cu âyet-i kerîmesi meâli]. Yâhud şehîdleri getirilir, denildi. Ya'nî Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân ve Alîyi 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' getirirler.

- Yâ Ca'fer! Bu zemâna kadar ben onları sevmiyor idim. Şimdi pişmân oldum. Eğer tevbe edersem, Allahü teâlâ kabûl edermi?

Ca'fer-i Sâdık 'kuddise sirrehül'azîz' buyurdu ki,

Çabuk tevbe et ki, se'âdetin alâmeti olsun. Eğer, Allahü teâlâ korusun, o i'tikâd üzere dünyâdan gitmiş olsaydın, senin dînin boşa giderdi.
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
Cehaletin Tek İlacı Sormak


Câbir radıyallahü anh anlatıyor: Arkadaşlarımla beraber sefere çıkmıştık. İçimizden birinin başına taş isabet etti ve başını yaralayıp kemiğini kırdı. Sonra aynı adam uykuda ihtilâm olduğu için, arkadaşlarına:

- Teyemmüm edebilir miyim, bu hususta benim için ruhsat buluyor musunuz? diye sordu.

Arkadaşları da:

- Hayır, su mevcut oldukça teyemmüme ruhsat yoktur, diye cevap verdiler. Bunun üzerine o şahıs gusül abdesti aldı ve açık vaziyetteki yaradan içeriye giren suyun tesiri ile vefat etti. Peygamber aleyhisselâmın huzuruna geldiğimiz zaman, kendisine hadiseyi naklettiler.

Bunun üzerine Resûlüllah aleyhisselâm:

- Adamı öldürmüşler, Allah onları öldürsün, buyurdu.

Ve «Bilmiyorlarsa sorsaydılar ya; cehaletin ilâcı sormaktır, o adama teyemmüm etmek kâfi gelirdi. Yarasına da bir bez parçası koyar, üzerine mesheder ve vücudunun diğer yerlerini de yıkardı» diye ilâve etti
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
Cehennem Korkusu ve Sıcak Günde Oruç


Haccac ve adamları Mekke ile Medine arasında yolculuk ya*parken bir suyun başında mola verdiler.

Sofra kurulunca; Haccac etrafa bakın fakir birisi varsa getirin beraber yiyelim dedi. Hizmetçiler yakınlarda üzerinde bir hırka olan birini gördüler. Onu uyandırıp; Seni Haccac çağırıyor, dedi*ler ve adamı Haccac'ın yanına götürdüler.

Haccac:


  • Gel beraber yemek yiyelim, dedi.

Adam yemem diyerek Haccac'ın teklifini reddetti cevaba şaşıran Haccac sebebini sorunca:


  • Beni senin sofrandan daha iyi. bir yere çağırdılar.


  • Nereye çağırdılar? Deyince adam:


  • Allah'ın misafirliğine çağırdılar. Ben oruç tutuyorum deyince,

Haccac böyle sıcak günde oruç mu tutuyorsun? Deyince adam şöyle cevap verdi:


  • Evet, bu sıcak günde oruç tutuyorum ki kıyamet gününün sıcaklığından kurtulayım, dedi.
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
Cehennemden Kurtulabilecek miyim?


Mısır evliyasından “Fahr-ül Farisî” hazretlerine, talebesinden biri gelip;

- Efendim, ben bir şeyden çok korkuyorum, diye arz edince sordu:

- Hayırdır evladım, neden korkuyorsun?

- Ahirette Cehennemden kurtulabilecek miyim acaba? Bunu düşünüp çok korkuyorum hocam.

- İnşallah kurtuluruz oğlum.

- İnşallah efendim, ama nasıl?

Buyurdu ki:

- Ümidimiz odur ki oğul, büyükler bize sahip çıkar ve şefaat ederler de inşallah kurtuluruz.

- Ya sahip çıkmazlarsa efendim?

- Merak etme oğlum. Biz bugün onlara sahip çıkarsak, onlar da o gün bize sahip çıkarlar.

Biz onları dinlersek...

- Anlamadım, nasıl yani?

- Demem o ki oğul, biz o büyüklerin sözlerini dinler, nasihatlerine göre yaşarsak, onlara sahip çıkmış oluruz. O zaman onlar da bize sahip çıkarlar.

***
Bir gün de bir genç gelip;

- Efendim, dünyada ve ahirette felaketlerden kurtulmak için ne yapayım? diye sorunca;

- Bunun bir tek çaresi var, buyurdu.

- O nedir ki efendim?

- Kurtulanlarla beraber olmak.

- Kurtulanlardan maksat kimlerdir ki?

- Allahü teâlânın sevgili kullarıdır. “Ehl-i sünnet alimleri” ve “evliyalar” bunlardandır mesela.

Böyle zatlar yoksa?

Delikanlı sordu:

- Böyle zatlar yoksa efendim?

- Onlar yoksa, kitapları var evladım. Onların kitaplarını okuyan da onlarla beraber sayılır.

***
Bir gün de bazı gençlere,

- “Emr-i maruf”, yani İslâma hizmet etmek kime nasip olursa, çok sevinsin, çok şükretsin, buyurdu.

- Bu iş, çok mu sevaptır? dediler.

- Elbette, buyurdu. Bir beldede küfre karşı “emr-i mâruf” yapılırsa, Allahü teâlâ o beldenin hak ettiği azâbı tehir eder. Emr-i maruf yapılmayan beldeye ise azab-ı ilâhî gelir.

Kaynak:Türkiye Gazetesi, 19 Aralık 2005 Pazartesi
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
Cennet Komşusu


Vaktiyle padişahlardan biri şehri dolaşmaya çıkmıştı. Tanınmamak için kıyafetini değiştirmiş, yanına da bir kölesini almıştı. Halkın kendi yönetimi hakkında neler düşündüğünü öğrenmek istemisti.

Mevsim kıştı. Soğuk her yeri kasıp kovuruyordu.

Yolu bir mescide düştü.

İki yoksul bir köşede titreyerek oturuyordu. Gidecek başka yerleri yoktu.

Onların ne konuştuklarını merak eden padişah yanlarına sokuldu.

Fakirlerden şakacı olanı soğuktan şikayet ediyordu:

- Yarın cennete gittiğimizde bizim padişahı oraya sokmayacağım! Cennetin duvarına yaklaştığını görürsem, pabucumu çıkarıp kafasına vuracağım.

Öteki merakla sordu:

- Onu niçin cennete sokmayacakmışsın?

- Tabii sokmam. Biz burada soğuktan donarken o sarayında keyif sürsün. Bizim halimizden haberdar olmasın. Sonra da kalkıp cennette bana komşu olsun. Ben öyle komşuyu istemem arkadaş, dedi.

Gülüstüler.

Padisah kölesine:

- Bu mescidi ve adamları unutma! dedi.

Saraya dönünce mescide adamlarını yolladı. İki fakiri alıp saraya getirdiler.

Zavallılar başımıza neler gelecek diye korkuyla bekleşirken onları dayalı, döşeli bir odaya yerleştirdiler.

- Burada yeyip, içip yatacak, padişahımıza dua edeceksiniz. Cennette size komşu olmasına karşı çıkmıyacaksınız, dediler.

Padişah ne iyi kalpli imiş, değil mi? Peygamberimiz yoksula yardım edenleri şöyle övmüştür:

"Bir mü'mini dünya dertlerinden kurtaranı, Allah, ahiret dertlerinden kurtarır."
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
Ceza Olarak Eli Kesilen Şeyh


Şeyh Hammad (Ebu'l - Hayr Tinati) Hazretlerinin bir eli kesikti. Bir gün mürüdlerinden biri küstahlık ederek ona elinin kesilmesine sebep olan şeyin ne olduğunu sordu. Şeyh Ebu'l - Hayr Tinati Hazretleri elinin kesilmesine sebep olan hadiseyi şöyle anlattı:

- Gençliğimde bir hünah işledim. Ondan dolayı elimi kestiler, buyurunca ne zaman olduğun sordular.

Hz.Şeyh de meseleyi başından anlatmaya başladı.

- Ben mağrip diyarında oturmakta idim. Sefere çıkmayı ve biraz gezmeyi arzuladım. Tınattan ayrılıp İskenderiye'ye geldim. Orada oniki sene kaldım. İskenderiye'den sonra Dimyat'a dökülen ırmak kenarına dağa kamıştan bir ev yapmıştım. O sıralarda Dimyat'a çok gelen- giden olurdu. Irmağın başına otururlar, yemeklerini yerler ve sofralarının artıklarını da kaleenin dibine dökerlerdi. Ben kimseden habersiz, oradaki köpeklerle beraber dökülen ekmeklere üşüşür ve nasibimi alırdım. Yaz mevsiminde bütün azığım bu idi.

Kış olunca ise evimin etrafında çok saz yetişirdi. Ben sazların kökünün tazesini ve beyazını alarak yerdim, kukrlarını atardım. Kışın da azığım bı idi. Bir gün hatırıma:

-Ey Ebu'l Hayr, sen kendini mütevekkil zannedersin. Halkın yapmadığın yapıyorum zannedersin ama otlaklarda otluyorsun, bir şeyler bulup yiyorsun, diye geldi. Kendi kendime:

"İlahi bundan sonra yerden biten hiçbir şey yemeyeceğim. Ancak bana kendi lafzından gönderirsen onu yiyeceğim.Senin izzetin hakkı için buna söz veriyorum",dedim.

Böylece 12 gün geçti, namazın farzını sünnetini ve nafileleri tamamen kılıyordum.

12 gün de sadece nafileleri terk ederek namaza devam ettim.Sonra sünneti terk ettim.12 gün sadece farz namazı kılmaya başladım.Sonra kıyamdan, daha sonra da oturarak da kılmaktan aciz kalarak farzları da eda edemez olmuştum.

Sırrımla niyaz ederek: "Allahım bana farz kıldığın bir hizmetten sorguya çekmen ve kefil olduğun rızkımı da göndermen gerekir.Kefil olmakta devam ettiğin o rızkı bana fazlından ihsan eyle!." diye yalvardım.

Ansızın önümde iki yuvarlak daire görüldü.İçinde de birşey vardı.O iki yuvarlak kürs her gece bana gelir bende içindekini yer,gıdamı temin ederim.

(Şeyh yediği şeyin ne olduğunu söylemediği gibi yanındakiler de ne olduğunu sorrmadılar.)

Böylece bir müddet devam ettikten sonra bana gaza için sınır boyuna gitmem işaret edildi. Buralarını müslümanlar ellerinde bulunduruyorlardı.Ben sınır boyuna gittim.Bir köye vardım.Cuma günü idi.

Mescidin kapısında bir kaç kişi toplanmışlar sohbet ediyorlar, birisi anlatıyor öbürleri dinliyorlardı. Anlatan Zekeriyya Aleyhisselamın ağaca saklandığını ve müşrikler tarafından destere ile kesildiğini anlatmakta idi. O'nun sabrından bahs ederken ben içimden şöyle geçirdim:

"Eğer bende olsaydım orada sabrederdim."

Oradan ayrılıp sınır boylarında Antakya'ya geldiğimde dostlarım bana bir kılınç-kalkan verdiler.Sonra sınır boyuna müteveccihen oradan ayrıldım.Düşmandan korkarak duvar arkalarına sığınmaktan Allah'tan haya ettiğimden oralardaki meşeliğe geçtim.Gece deniz kenarına gelir,abdest alır,namaz kılardım.Gündüz olunca da yine o meşeliğe geçer düşmanın gelmesini beklerdim.

Birgün meşelikte gezerken yemişlerinin bazısı olgunlaşmış,bazısı henüz olgunlaşmamış bir meyve ağacı gördüm.Bu çok hoşuma gitmişti.Allah'a verdiğim sözden o anda gafildim.Elimi uzatarak yemişlerden bir miktar topladım.Sonra birkaç tanesini yemeğe başladım.Bir kısmı ağzımda bir kısmı da elimde olduğu halde yeminim aklıma geldi.Hemen elimde olanları serptim,ağzımdakileri tükürdüm.Kendi kendime mihnet ve bela vakti yaklaştı,dedim.Kılıcımı-kalkanımı ve mızrağımı bir kenara attım,bir ağacın dibine varıp elim şakağımda düşünmeye başladım.Hatta işledim.Şimdi benim halim ne olucak diye düşünüyordum. Ben dalgın dalgın düşünmekte iken bir bölük atlı silahlı kişi gelerek etrafımı sardı.Sonra beni yaka-paça deniz kenarına emir (Reislerinin) yanına götürdüler.

Daha evvel bazı köylüler de benim gibi yakalanarak sultanın huzuruna getirilmiş,bekletiliyorlarmış. Sultan bana:

-Sen kimsin? Necisin? dedi.

Ben:

-Allahın kullarından bir kulum,deyince de orada bulunan esir köylülere tanıyıp tanımadıklarını sordu.

Tanımadıklarını söylediler.Onlara:

-Bu sizin büyüğünüz,fakat siz onu mazur göstermek için tanımadığınızı söylüyorsunuz,kendinizi feda ediyorsunuz,dedi.

Biraz sonra kararını verdi.O kalabalıktan birer birer ayrıp birer el, birer ayaklarını kestiler. Sıra bana gelince:

-Elini uzat! dediler.

Uzattım ve bir vuruşta sağ elimi kestiler.Ayağını da uzat dediklerinde sırtüstü yatarak ayağımı uzattım ve:

-Ya Rabbi! Elim günah işlemişti kestirdin,ayağımın ne suçu var!...diye içimden yalvardım.

O anda atlılardan biri atından atlayarak:

-Durun,kesmeyin,bu adam falan zattır!. Ne yapıyorsunuz, dünyayı başımıza mı yıkacaksınız.Ben bunu tanıyorum! diye bağırdı.

Bunun üzerine reis atından inerek o kesilen eli öptü.Bana da:

-Biz hata ettik,bizi affet,diye yalvardı.

Ben de:

-O suçlu bir eldi.Kestiniz,hakkımı helal ettim, dedim.

Ondan sonra çok ağladım.Çünkü bir anlık dalgınlık yüzünden hem elimden olmuş hemde o her zaman nereye gitsem beni bulan yuvarlak kürsten mahrum olmuştum.İşte bu elimin kesilmesi böyle bir hadise sonucu olmuştur.Bu bir suçlu eldir ve cezasını çekmiştir.Allah ahirette çektirmesin...
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
Cürmüm İle Geldim Sana

Medîne-i münevverede saatçılık yapmakta olan Ali Osman isimli İzmirli bir Türk vardı. Bu zât Medîne-i münevvereye hicret ettikten bir müddet sonra, mesleği olan işi yapmak üzere bir dükkân açmak için izin almaya çalıştı. Uzun süre bunu sağlayamadı. Parası bitti. Bir gece Allahü teâlâya iltica ile yalvardı. O gece rüyâsında esmer, kır sakallı, uzunca boylu bir zât;

- Evladım, resmî dâireye girdiğinde sağ tarafında gördüğün şu üçüncü şahsa mürâcaat et. Gerisine karışma buyurdu.

Ali Osman Efendi sabahleyin doğruca denilen şahsın yanına gitti. O şahıs, Ali Osman Efendi'ye;

-Seni Kuddûsî hazretleri mi gönderdi? Git hemen dükkânını aç, işine başla, dedi.

Ali Osman hemen gidip dükkânı izin almış gibi açtı. O şahıs izin belgesini sonradan gönderdi. Bir müddet sonra rüyâsında aynı zâtı gördü. O zât;

-Oğlum bana Kuddûsî derler. Cebine bir hediye koydum, onu al ve amel et, dedi. Ali Osman Efendi uyandığında cebinde Kuddûsî hazretlerinin şu şiirinin yazılmış olduğu kâğıdı buldu:

Ey rahmeti bol pâdişâh,
Cürmüm ile geldim sana,
Ben eyledim hadsiz günâh,
Cürmüm ile geldim sana.
Hadden tecâvüz eyledim,
Deryâ-yı zenbi boyladım,
Ma'lûm sana ki neyledim,
Cürmüm ile geldim sana.
Senden utanmayup hemân
Ettim hatâ gizlü ayân,
Urma yüzüme el-emân,
Cürmüm ile geldim sana.

Aslım çü bi katre menî,
Halk eyledin andan benî,
Aslım denî, fer'îm denî,
Cürmüm ile geldim sana.

Gerçi kesel fısk-ü-fücûr,
Ayb-ı-zelel çok hem kusûr,
Lâkin senin adın Gafûr,
Cürmüm ile geldim sana.

Zenbim ile doldu cihân,
Sana ayân zâhir nihân,
Ey lutfü bî-had Müste'ân,
Cürmüm ile geldim sana.

Adın senin Gaffâr iken,
Ayb örtücü Settâr iken,
Kime gidem sen vâr iken,
Cürmüm ile geldim sana.

Hiç sana kulluk etmedim,
Rah-ı rızâna gitmedim,
Hem buyruğunu tutmadım,
Cürmüm ile geldim sana.

Bin kerre bin ol pâdişâh,
Etsem dahî böyle günâh,
Lâ-taknetû yeter penâh,
Cürmüm ile geldim sana.

İsyânda Kuddûsî şedîd,
Kullukda bir battal pelîd,
Der kesmeyip senden ümîd,
Cürmüm ile geldim sana
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
Çoban Babanın Kuzucukları


Erzurum’un Ruslar tarafından kuşatıldığı ve dadaşların aslanlar gibi çarpıştığı yıllar... Bir garip çoban, sürüsünü almış, otlata otlata dağa doğru çıkıyordu. Kendi kendisiyle söyleşe halleşe hayli yol almış, hayli de yorulmuştu.

Birden susadığını hissetti Çoban Baba!.. Gözünün önüne kara topraktan fışkırmış kol kol billur sular geldi. Fakat o yana baktı, bu yana baktı su bulamadı. Etrafta ne bir pınar, ne bir su birikintisi vardı.

Bir türlü su bulamıyordu

Çoban Baba, yürümeye, koyunları da kendisiyle birlikte gelmeye devam ediyordu, fakat aradığı suyu bir türlü bulamıyordu.

Çoban’ın susuzluğu gittikçe arttı. Ciğeri göz göz dağlandı. O arada baktı ki, oğlaklar, kuzular dilleri dışarıda meleşiyor. Koyunların başları önlerine düşmüş. Koçlar huysuz ve öfkeli. Gün akşama dönünceye kadar, bütün sürü su arıyor Köpekler ayaklarıyla yeri deşiyor, çoban o çalının dibinden ötekine koşuyor, ama nafile!

Çoban Baba sonunda yorgun ve takatsiz düştü... Mis gibi kokulu bir mersin kümesinin dibinde toprağa çöktü. Başını secdeye koydu:

“Rabbim” dedi: “Güzel Rabbim! Sürüm de ben de susuzluktan öleceğiz. Ben susuzluktan ölsem bir şey lazım gelmez, ama bu hayvancıkların meleşmeleri beni kahrediyor!.. Sen her şeye kadirsin Allahım...”

Çoban hem söylüyor, hem ağlıyordu. O kadar çok ağlıyordu ki, gözünün yaşı toprağı yıkıyordu. Başı hâlâ o toprakta secdedeydi. Birden dudaklarına bir serinlik geldi... Önce ne olduğunu anlayamadı. Başını kaldırdı ve hayretle gördü ki, yerden bir pınar fışkırmış, gürül gürül... Serin, tatlı, ışıl ışıl...

Duası kabul olmuştu...

Şimdi Çoban Baba daha çok ağlıyordu. Çünkü, Rabbi duasını kabul etmişti. Bu sevinçle, az evvelki adağını unutacak değildi ya. Çoban Baba’nın son sözleri şunlar oldu:

“Artık ölebilirim güzel Allah’ım!.. Artık ölebilirim... Değil mi ki sürüm susuzluktan kurtulacak, değil mi ki duamı hemen kabul ettin, artık bu can bana lâzım değil!..”

Çoban Baba oracıkta ruhunu teslim etti. Sürüdeki hayvanlar, gidenden, gelenden habersiz pınara baş uzatmış, kana kana içiyorlardı...

Kaynak: Meşhurların Son Sözleri, Vehbi Tülek, Türkiye Gazetesi26 Ağustos 2006 Cumartesi
 
Üst Alt